5.12.10

Muğlak Bir Kitleyi Duyma Denemesi

Merhaba. Gün geçmiyor ki, internet dediğimiz enformasyon çöplüğünden kaptığımız yarım yamalak, temelsiz, tonlarca zırva daha zihnimizin köşelerinde yer edinmesin. Zamanla insan alışıyor ama yine de belirtmeliyim ki, kulaktan dolma onca saçmalığın maksatlı şekilde aktarıldığı, birçoğumuzun aptal reflekslerinin iletken bir güç haline evriltilmek suretiyle sömürüye tâbi tutulduğumuz -büyük oranda- bir çöplükten ibaret burası. Her birimize çocukluğumuzdan bu yana sistemin dört koldan dayattığı eylemler “alışkanlık” halini almış durumda. Sömürünün ayırdına varılamaması adına ortaya konan birçok metot gündemde. Türlü aygıtları vasıtasıyla, farkındalık kazanılmasının önüne geçerek kendini “eğlence” yoluyla pazarlayan; propagandasını da aynen böyle yürüten bir olgudan söz ediyorum. Her gün ama her gün, birilerini bilinçlendirmeye yaradığına emin olduğumuz alışkanlıklarımızı ortaya koyduğumuz esnada bile, hiçbir kaybımız olmadığı için -ve belki de tam bu yüzden çekici gelen- mantıklı addettiğimiz birtakım sanal etkinliklerde bulunuyoruz. Durumun vahametine dair en ufak bir kuşku duyduğumuz noktada, farkına varabildiğimiz ölçüde, bir şeyleri sahiden değiştirmeye asıl noktadan, yani kendimizden başlamış olacağız.

Dikkat! Bu notu okumaya başlayıp da buraya kadar okuduklarında pek de bir numara göremeyen okumayı bırakabilir, zaten bu konu bitti, aşağıda büyük oranda alakasız bir konudan söz edeceğim.

***

Aslında bu nota başlarken aklımda başka bir şeyden söz etmek vardı. Küçük burjuva olmanın doğası gereği, birçoğumuzda beliren kronik bir hastalık var. Vakti zamanında sarf edildiğinde, taşıdığı mana bir yana, ödemesi cesaret isteyen büyük bedelleri de beraberinde getiren birtakım özlü sözleri yahut sloganları bugün görüp, anlık da olsa etkilenip bir anlık beliren gaza gelme durumu; ve birkaç dakikanın ardından balık hafızamıza, kaybolan şevkimize yenik düşerek, kendi yağında kavrulan vasat yaşamlarımıza tıpış tıpış geri dönmeyle son buluş… Binlerce kez yaşadığımız ve kendiliğinden son bulacağını sanmayı sürdürürsek daha milyonlarca kez yaşayacağımız bu duruma bir tanı koyma gerekliliği olduğu muhakkak.

***

Şimdi, eğer yazdıklarımdan en ufak bir mana çıkarabiliyorsan... Önce mutfağa gidip bir bardak su içmeni, sonra da “dış” ile tüm irtibatı kesip “iç”e dönerek beş dakika kadar düşünmeni istiyorum bunu. Ya da boş ver, ne düşüneceksin. Beş dakika düşünmekle falan olmaz bu iş. Farklı yöntemler var, kişiden kişiye değişen ama nihayetinde aynı yolda birleşen. Biraz uğraşırsan bulursun diye umuyorum.
Yine gelemedim asıl söz etmek istediğim konuya, ama neyse, ona da bir dahaki notlarda gelirim artık.

Kolaylıklar,
Sinan

16.11.10

Kurbanlık Koyun Tahsin ve Ben

Bu sabah ekmek almak üzere fırına doğru yürürken, yolun kenarındaki evlerden birinin bahçesinde direğe bağlanmış bekleyen bir kurbanlık koyunla tanıştım. Aramızda geçen diyalog ve sonrasında tanık olduğum şeylerden çok etkilendiğim için anlatmak istiyorum.

Koyunumuz iki buçuk yaşında, adı Tahsin. Bahçenin yanından geçtiğim esnada bir ıslık duyarak soluma doğru baktım ki, ıslığı çalan bu Tahsin denen arkadaşmış. İlkin “ne var?” gibisinden sol gözümü kırpıp başımı sağa sola sallayarak ciddi bir karşılık verdim. “Bir dakika bakar mısın?” der gibi sol ön bacağını bir anlık kaldırıp indirdi. Yanına doğru gittim, adını söyledi, el sıkışmak için atıldım, o da çabaladı ama maalesef direğe bağlı olduğu ve ben de bahçeye girmeye çekindiğim için birbirimize ulaşamadık.

— Her neyse, no problem, dedi. Mühim olan tanışmaktı.

— Ee, anlat bakalım? dedim.

— Malumun olduğu üzere bayram, ağabey, dedi. Biliyorsun, bizi zaten er ya da geç kesmek için güdüyorlar. Bu bayramın olayı sadece hepimizin bir arada ve göz önünde kesilmemiz... Belki de bu işe 'katliam' diyenleri yanıltan ayrıntı bu. Tabii ben de istemez miyim ömrümün baharında kesilmek yerine hayatım boyunca yaylalarda ovalarda gezmeyi, eğlenmeyi... Otçuluz en nihayetinde, aç da kalmayız.

Samimi tavrı hoşuma gitti.

— Vallahi altına imzamı atarım söylediklerinin Tahsinciğim, ezcümle haklısın... Aslında bana kalırsa sizin, yani tüm kesimlik hayvanların, kesilmenizin meşruiyeti derdinizi anlatamamanızdan ileri geliyor. Yani demem o ki, eğer iki dakikadır benimle konuştuğun şu şeyleri diğer arkadaşlarınla birlikte bir savcıya falan anlatabilseniz, bence size özel hukuk normları bile oluştururlar.

— Hadi ya? Olur mu ki?

— Tabii oğlum... Bizde bu işler böyledir, ağlamayana meme vermezler. Yahu biz insanlar kendi aramızda da eşit değiliz ki... Sadece şekilde sağlandı bizim eşitliğimiz de. Birtakım insanlar eskiden yalnızca derileri siyah oldukları için insan yerine koyulmayıp köle diye çalıştırılıyordu, ama onlar bir noktadan sonra direnip hakları için savaştılar ve kazandılar.

— Bilemiyorum ki ağabey. Şimdi bizde olaylar farklı, biliyor musun... Sürülerden oluşuyoruz biz, daha sizin gibi inkişaf edemedik, sürünün başındaki nereye giderse ardından bizler de onu takip ederiz. Uçurumsa uçurum... Bu yüzden 'telef' oluyoruz zaten. Aklımız yok ki anasını satayım...

— Oğlum sen benimle alay mı ediyorsun? Nasıl 'aklımız yok?' İki saattir bunları bana anlatıyorsun ya işte!..

— Ağabey sen onu geç, benim yerime burada başka bir koyun olsa o da anlatırdı sana derdini. Sorun o değil zaten. Bizdeki açmaz birbirimizle anlaşamıyor olmamızda. Yani teker teker tüm insanlarla konuşabiliriz, bak mesela ben şu anda çevremizde kimse olmadığı için seninle konuşabiliyorum, ama çevrede -hayvan ya da insan- herhangi birisi daha olsa mümkün değil sana seslenemezdim. Yani... Ne bileyim, boşver! Söz ettiğim şeyleri öğrenmek kolay olmuyor. Doğduğumuz ilk dönem o kadar güzel geçiyor ki. Bütün gün kebap! Sonra... Neyse, az sonra zaten kesilip gideceğim ağabey. Seni de tutmayayım, evden beklerler.

— Yahu açıkçası ne diyeceğimi bilemiyorum be Tahsin. Biz kendi kavgamıza dalmaktan sizi düşünememişiz, kusura bakmayın. Aslında hayvan hakları aktivistleri de var, ama bu işlerle uğraşacak kadar bilinçlenen insanlar köylerde beslenen hayvanların değil de, daha çok evlerde beslenebilen türlerin haklarını etkin savunuyorlar.

— Evet, biliyorum ağabey. Başta konuştuk ya biraz. 'Katliam' diyorlar ama maşallah güzel güzel de yiyorlar etimizi. Bir yandan hak da veriyorum aslında, benim mis gibi etimi yemeyecek de kimin etini yiyecek! Vejetaryen olmasından iyidir. Çok kırılıyorum vejetaryenlere, biliyor musun... Yani ne bileyim, alınıyorum şahsen. Birçok arkadaşım da böyle düşünüyor.

— Yok oğlum alınacak bir şey yok. Onlar, daha biraz evvel yaşayan, nefes alan bir canlının ölmüş bedenini yemenin aşağılayıcı bir şey olduğunun ayırdına varıp bundan rahatsız oldukları için öyleler. Sorun sizin etiniz değil. Hem sen de kendini metalaştırma yahu! Bak böyle olursanız sizi ömrü billah keser yerler işte. Hatayı biraz da kendinizde arayın.

— Evet, haklısın ağabey. Kendimle çelişiyorum bazı bazı. Neyse, tanıştığımıza çok memnun oldum şahsen. Senin hakkında pek konuşamadık ama...

— Yok canım önemli değil. Günün adamı sensin ne de olsa. Hehe.

— Öyle tabii...

Bu son sözünü söylerken yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. O an içimin nasıl acıdığını anlatamam. Tahsin'le ayrılıp fırına giderek iki ekmek aldım. Dönüşte Tahsin'in bulunduğu bahçenin önünden geçerken tüm aile çocuklarla birlikte toplanmış, velhasıl hazırlıklar tamamlanmıştı. Tahsin ayaklarından bağlanıp yere yatırılmış, satırlar bilenmekteydi. Gözleri bağlanmaya çalışıldığı esnada bir an göz göze geldik. Gözümü hemen kaçırdım, sanki onunla az evvel hiç konuşmamışım gibi, umursamaz tavırlarla geçip eve gittim.

OtoBug'da yayımlandı.

24.10.10

Bu Muameleyi Hak Etmemesine Rağmen Kendisine Uzun Süre Başlık Bulunamamış Yazı

Ben bu yazıyı senin için, sana yazdım.

Çünkü;

Kabahatin kimde olduğunun önemi yok, istenmeyen koşulların bizi bu noktaya getirdiğini görmemiz gerek. Sen, ben ya da ötede duran, yüzü belirsiz adam... İtiraf edemesek de, mazoşist, arabesk bir haz almaya çabaladığımız ayrılığımız, doğru zamanda, doğru yerde, makul koşullarda karşılaşamadığımızdandır. Dışarıdaki hayat... Serseri kurşunların kimselere hissettirilmeden rastgele sıkıldığı büyük bir savaşı andırıyor. O ki, en büyük başarısı hislerimizi -çocuğun elinden şeker alır gibi- bizlerden alıp, anlık zihinsel hazlar veren işbu datalara ikimiz de dahil tüm cümle alemi mahkum etmek olan çılgın bir oyun adeta... Denizin dibinde irtibat kurmaya çabalarken yaşanan çaresizlik gibi, bir gün yüzeydeki nefesimiz de bitince, sözlerimiz ardımızda kalıp belki bizi yaşatacak, belki tarihin ağırlığının altında ezilip yok olacak. Yine de olayın bütünlüğünü kavramalısın: Biz, hepimiz, adeta su altında anlaşmaya çalışan iki insan gibi, umutsuzuz. Bazı bazı anlaştığımız, iletiştiğimiz hissine kapılsak da yanılırız. Hepsi birtakım kurallara, işleyişlere bağlı bir yanılsamanın parçası. Yine de söylemeliyim: Sende eşsiz bir tılsım var. Uzun vadede -tıpkı diğer her şey gibi- işe yaramayacağından kesinkes emin olsam da, bence bunu kullanmalısın. O zaman belki gözden geçirirsin onların koyduğu aptal kurallardan kaçmak isterken yakalandığın, tutarsız alınganlıklarının müsebbibi, ne idüğü belirsiz ilkelere daha fazla sarılmayı.

Bilmelisin ki, sana bunları ben değil, içimde biriken, hislerden yoksun acı hatıralar anlatıyor. Öyle ki, son zamanlarda korkuyu bile unutur, hiçbir şey hissedemez, dilendiremez haldeyim. Zaman zaman aklımıza gelip yüreğimize bir anda bıçak gibi saplanan, o sessiz hatıralardan söz ediyorum. Boşver. Oyna, işini yap ve bırak.

Belki dalga geçmenin nötrleştirici boyutunu kavrayabilirsin. Yine de asla unutma; hiçbir şey bu denli basit değil, hatta dalga geçmek bile. Unutma ki, iplerinin kontrolünün sende olduğunu kanıtlayıp onlara nanik yapman hiçbir şeyi çözmeye yetmeyecek. Hoş, öyle bir iddian olmadığını da biliyorum pekala. Bunlar üzerine hiç müşterek halde kafa yormadık, diğerleri mevzubahis olduğunda ise hiç değilse anlaşabildiğimizi umduk.

Işığın ebediyen söneceği o huzurlu ana dek, dilediğin gibi yaşamakta özgürsün. Ben, her şeye rağmen, göremediğimiz uzak diyarlarda yaşama kavgası verenlere aşıladığı umudu hissettiğim, belki de hissetmeyi, görmelerini umduğum birtakım 'şeyleri' sürdürmem gerektiğine inanıyorum. Gerçekte inanacak hiçbir şeyim olmadığının ayırdına varıp kafayı sıyırmaya ramak kala yaşama ancak tutunabildiğim için de olsa, bu beni uyuşturuyor. İhtiyacım olan yegane şeyin uyuşturulmak olduğunu, aksi takdirde etrafımdaki her şeyle birlikte havaya uçup yok olma potansiyeli taşıdığımı biliyorsun.

Yollarımızın kesişme olasılığının, birbirine paralel çizilmiş iki doğrununki kadar olduğu gerçeğinin son derece ayırdındayım; fakat bir gün, özgürlüğün bilinmezliğini birlikte ya da teker teker aşarak zaferimizi ilan ettiğimiz bir dünyaya uyanmayı senin de en az benim kadar arzuladığını biliyorum. Kim bilir, belki bir gün, birbiriyle asla buluşamayacak paralel iki doğrudan ziyade, ileride, yolun bir noktasında birbirine kenetlenecek raylar gibi umutla dolarız. İşte yalnız bu umudun verdiği takatle;

Ben bu yazıyı senin için, sana yazdım.

OtoBug'da yayımlandı.

21.9.10

Telkinsiz

Bomboş sokaklarda yürüdüğüm gecelerin birinde, önce aniden kollarımın lüzumsuz şeyler olduğunu fark ettiğimi, ardından epeyce duraksadığımı anımsıyorum. O zamanlar, kulaklarımda sesi yankılanan adımlarıma, ıslık çalarak uyum sağlamaya çalışırdım. Ellerim ceplerimdeyse, kollarımı ne yapacağımı bilemediğimdendi. Sanki bu beden bana ait değil gibi, onu doğru yönetemiyordum. Kamburum çıkık, boynum eğik... Aynada birini görüyor, fakat tanıyamıyordum. Bir tek gözlerim yansıtabiliyordu, tanımlayamadığım ama "benden" o şeyleri. Bir çıkış yoluna ulaşmak umuduyla, kazacak tüneller arıyordum.

Büyüdüğümü; en diplere gömdüğümü sandığım tüm travmalarımın teker teker su yüzüne çıktığı anlarda inkar ettiğimi anımsıyorum. Bacaklarımın aceleye getirilmiş, saçma, imalat hatası birer aparat olduğuna ciddi ciddi inandığımı... Zira "bacakları değil, aklı götürebilir(di) insanı özgürlüğe."

Kimseye en ufak telkinde bulunamayacak kadar güçsüzleşip yüzüstü yere kapaklandığımı anımsıyorum. Midemin bulandığını, başımın döndüğünü ve fakat kusamadığımı... Gülmek istediğimde ağzımın yeteri kadar açılmadığını, kör bir bıçak kapıp onu yardığımı ve bundan büyük zevk aldığımı...

Posta kutusuna her baktığımda uzun zamandır beklediğim bir mektupta yazılacak muhtemel sözcükleri günün her dakikasında nasıl da yoğun düşlediğimi anımsıyorum. Bir mektubun belirleyecebileceği geleceğin benim olduğunu kabullenirken hiç zorlanmadığımı, bazen, gördüğüm rüyaların birinde kısılıp sonsuza dek kalmak ıstediğimi de.

Uzun zamandır içimde kanayacağı günü beklediğim derin bir yara var. Kanasa bir şeyler değişir mi, bilmiyorum. Yine de çarem yok; bekliyorum.

OtoBug'da yayımlandı.

10.9.10

Referandum Üzerine Dağınık Düşünceler

Memlekette zaman zaman gündemi uzun süre meşgul eden kutuplaşmalar yaşanıyor. 12 Eylül 2010’da yapılacak referandum öncesinde de sözgelimi 22 Temmuz Seçimleri öncesi oluşan kutuplaşma ortamının bir benzerini görmekteyiz. Anımsanacağı gibi o seçimde ülkedeki pek çok fraksiyon “laik - anti laik” ya da “demokrat - anti demokrat” cepheler olarak AKP ve CHP gibi iki zıt çıkar çevresinin partileri etrafında toplanmış, sonuçta ‘anti laik’/‘demokrat’ AKP ikinci kez tek başına iktidar olmuştu.

Referandumdan önce yeni anayasa taslağının hazırlanma ve oylanma sürecine gelinene dek geçirilen süreçleri anımsayalım.

Sekiz yıllık iktidarında, yasama ve yürütme organları egemenliğinde olmasına rağmen, icraatları zaman zaman bürokratik engellere (Danıştay, Anayasa Mahkemesi vs.) takılan AKP için yeni bir anayasanın yürürlüğe sokulması çok büyük önem arz etmekte. Zira AKP, düzenin kabuk değişiminin gerçekleştirilmesi adına son 15 yıl içinde çeşitli dönüşümlere tabi tutularak bu günlere ulaşmış bir kadronun önderliğindeki bir oluşum. 80 öncesinden 90’ların ortalarına dek radikal islamcı hareketlerde yetişmiş, 12 Eylül darbesinden itibaren devlet eliyle koruyup kollanmış, fakat kendisi için çizilen sınırları asmaya teşebbüs ettiği anlarda yine kendisini büyütüp besleyen devlet tarafından 'balans ayarı' almış bir ideolojik akımın genç temsilcileri, rejimi yıkmaktan vazgeçerek daha legal yöntemlerle iktidarı ele almak için tüm şartların tam manasıyla olgunlaştığı bir dönemde yola koyuldular. Sonuç olarak 2002’de elde ettikleri iktidarı hala ellerinde tutuyorlar.

6 milyon aktif üyesi olduğu söylenen, ekonomik temelli fakat dini değerlerin de öne çıkarıldığı, çeşitli sektörlerde faaliyet yürüten bir cemaatin açık desteğini alan, geçmişinde kemalist rejimi yıkmaya ant içmiş bir siyasi hareketin karşısına elbette kendini rejimin bekçisi addeden kesimler de dikilecekti. Bunlar neo-kemalizm fikriyatını benimsemiş, kendilerine ‘ulusalcı’ diyen ve ekseriyetle CHP’de yuvalanmış kadrolardı. Bu çevre bürokrasiye hala büyük oranda egemen, fakat artik miadı dolmak üzere -hatta kimine göre çoktan dolmuş- olan, küresel sermaye odaklarının sadık müttefikliğini uzun süre devam ettirmiş, fakat son on yıldır yeni dünya düzeninin müjdeleyicileri tarafından gözden çıkarılmış olmanın şaşkınlığı, huzursuzlugu içinde kıvranmakta; velhasıl artık tasfiye olma korkusu taşıyan ‘eski düzen’ savunucularından oluşuyor.

Çok partili döneme geçildiğinden beri çoğunlukla sağ iktidarlar tarafından yönetilmiş bir ülkede AKP döneminde, tıpkı 50’lerdeki CHP-DP kutuplaşması gibi, böylesine sert ikili kutuplaşmaların doruğa çıkmasının sebebi ne olabilir? 50’li yıllarda iktidarı elinde bulunduran DP, aldığı yüksek oy oranının sarhoşluğuyla ‘devlet partisi’ CHP’nin yerini almak için türlü baskılar uygulamış, Tahkikat Komisyonu'yla CHP’yi kapatmaya teşebbüs etmiş ve ardından da demokrasi kültürünün küreselleşmediği bir dönemde askeri darbeye maruz kalarak yıkılmıştı. Bugün de AKP her ne kadar günün şartlarının getirisi olarak muhalefeti dönemin DP’si gibi alenen susturamıyor olsa bile, yine de hedefleri açısından 'Çağdaş Demokrat Parti' olarak sıfatlandırılabilir. Zaten Başbakan da her fırsatta Adnan Menderes'in siyasi mirasçısı olduğunu vurgulamakta.

AKP, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri'yle olan ilişkilerde dışa açılmacı bir politika izlediği için memleketin eski solcularının (Oral Çalışlar, Murat Belge gibi günümüzün sol-liberalleri) ve liberal demokratların (Mümtaz'er Türköne, Nazlı Ilıcak, Taha Akyol gibi eski milliyetçi-mukaddesatçılar) desteğini almakta gecikmedi. Ne var ki dış politikadaki göreli başarılarından dolayı takdir toplayan hükümetin, içerideki örgütlü sivil faşizme ve günden güne artan insan hakları ihlallerine karşı acizliği ya da sessizliği bu kesimlerden yeterince tepki almadı; hatta neredeyse hepsi unutuldu.

İnsan hakları ve demokrasi konusunda ilkeleri olduğunu iddia eden yayın organları, sivil toplum örgütleri ve yazarlar tarafından dahi "sanki bu ülkede insan hakları ihlalleri AKP'yle mi başladı, AKP'den önce bu ülke çok mu aydınlıktı? Sabahattin Ali'yi kimler öldürdü? Nazım Hikmet kimin döneminde hapse atıldı?" gibi savunma mekanizması mamulü 'düşündürücü' sorularla savunulabilen bir hükümet elbette bu söylemlerden cesaret alacak, kendine olan güvenini her geçen gün tazeleyecekti. Hrant Dink suikastında bile İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü gibi hükümete bağlı birimlerin sorumluluğu büyük bir cambazlıkla unutturulacak, her şey 'Ergenekoncular'ın üzerine yıkılacaktı. Dink ailesinin AİHM'e açtığı davada Türkiye Cumhuriyeti adına gönderdiği savunmada Dink'i Nazi ideologlarıyla bir tutmaya cüret edebilen, çatışmada öldürülen PKK militanlarının 'sünnetsiz' olduğunu ve bunu PKK'nin aslında illegal Ermeni örgütleri tarafından kurulmuş olduğunu ve onların maşası işlevini gördüğünü iddia eden, ana muhalefet liderinin soyunu sopunu araştırıp maksatlı imalarda bulunan, "önemli olan boy değil soy!" diyerek mantalitesini bir kez daha ifşa eden temsilcileri bulunan bir hükümet, hiçbir toplumsal mutabakat olmaksızın bir anayasa hazırlatıp, türlü tehdit ve baskılarla onaylanmasını istiyor...

Bu denli yoğun bir baskı ortamında yeni anayasanın içeriğinin ne kadar önemi kalabilir, insanlar nasıl ona odaklanabilir? Zamanında 1982 Anayasası gibi tarihin gördüğü en berbat anayasalardan birini "en azından askeri yönetimden kurtulup demokratik parlamenter rejime geçiş yaparız" diyerek onaylayanlar şimdi çıkıp bu anayasaya askeri vesayetten kurtulmak adına "yetmez ama evet" diyerek gülünçleşiyorlar. Akıl hocaları 12 Eylül darbesini 'en derin duygularıyla' selamlamış, cuntanın liderini cennetlik ilan etmiş, bir ay kadar önce de bunun sebebini "zorunlu din derslerini yürürlüğe koymakta samimi idiyse Allah da onu affeder, dedim" diyerek açıklayan; kendileri de 12 Eylül darbesinin bağrından çıkmış siyasetçiler bugün darbecilerden hesap sorulacağını iddia ederek biz sıradan yurttaşları derin düşüncelere sevk ediyorlar. Yalnız karıştırdıkları bir nokta var gibi; biz üç-beş yıl önce planlanıp da başarısız olmuş darbelerden çok, halihazırda derin yaralarını taşıdığımız darbelerin izinin silinmesini istiyoruz. Darbecilerden hesap sorma görevi ise, tarihteki tüm darbelerin dayanağı, temel müsebbibi olan burjuvaziye teslim edilemeyecek kadar değerlidir.

Velhasıl, toplumsal muhalefetin dikkate alınmadığı, yüzde 10 seçim barajının kaldırılmadığı, Kürt halkının sosyo-kültürel taleplerinin dikkate alınmadığı, vicdani red hakkının tanınmadığı bir değişiklik paketinde, mevcut 'askeri' anayasaya göre "yetmez ama..." denilebilecek 'sivil' bir şeyler göremiyorum. İlk üç maddeye değinmiyorum bile. Tüm bunların dışında AKP'nin -halihazırda kemalistlerin elindeki- bürokratik diktatörlüğü ele geçirmeye çalışması, HSYK'nin yapısının değiştirilmesi, 'toplu iş görüşmesi'nin 'toplu iş sözleşmesi' adını alarak kaydadeğer herhangi bir değişime uğramadan yürürlüğe girmesi ve benzeri değişikliklerin engellenmesi adına koparılan yaygaranın temelindeki endişeyi -her neyse- paylaşmıyorum. Ben bu referandumu ciddiye almıyorum ve sanırım böylece boykot ediyorum. Değişikliğe "(iki) hayır (birden)" diyen TKP'lilerce 'utangaç evetçi, ya da "(yetmez ama) evet" diyen DSİP'lilerce 'utangaç hayırcı' diye yaftalanarak maruz bırakıldığım psikolojik baskıya inat, ben bu referandumu boykot ediyorum. Evet ya da hayır, kararı her ne olursa olsun hiç kimseyi salt bu referandumdaki kararından dolayı "iktidar yalakası" ya da "ulusalcı" ilan etmeyecek kadar hala aklı başında kalabildiğim için mutluyum. Varacağı sonuçların kesinliği gün gibi ortada olan sistem içi çekişmeler, rejim muhalifleri için değersiz, boş tartışmalardır. Referandum için kararı 'hayır' olan Özgür Mumcu'nun 3 Eylül 2010 tarihli BirGün yazısında bir benzetmeyle açıkladığı gibi; "Marx, Spar­ta­cüs’ten 'an­tik pro­le­tar­ya’nın ha­ki­ki bir tem­sil­ci­si' di­ye bo­şu­na bah­set­mi­yor. Bu­gün de 21. yüz­yı­lın pro­le­tar­ya­sı­nın ken­di­ni tem­si­li, herhal­de Caesar’ların Pompey’le­rin kav­ga­la­rın­dan da­ha az önem­li de­ğil­dir."

OtoBug'da yayımlandı.

8.5.10

Zamanın Ötesinden Notlar

Nasıl bir giriş yapmalı, bilmiyorum. Son dönemde gün içinde yaşadığım herhangi bir şeyden artık bir rahatsızlık veya memnuniyet duyamıyorum. Monotonluk ve tepkisizliğe boyun eğmiş durumdayım anlayacağın. Yakın zamana kadar böyle değildi hâlbuki. Bir şeyler olur, küfredip rahatlar; başka bir şeyler olur, sevinmeye bahane ederdim. Monitörle öküz ve tren arasındaki o malum, seviyeli ilişkiyi yaşarken buluyorum kendimi bazen, nerede koptuğumu anımsayamadan. ‘Şeyleşme’ mi demişti birileri? Bilmem, belki de buydu yaşadığım.

Kışı tamamen geride bıraktığımız şu günlerde, hiç gün ışığı göremeden geçirdiğim kasvetli günleri atlatmanın bile sevincini değil, ‘hissizliğini’ yaşamaktayım. Oysa şu an sevinebilmek için en büyük malzeme bu, elimdeki. Akşamüstü dört buçukta havanın karardığı kış mevsiminde öğlen ikide uyanıp da ancak bir saat sonra kendime gelebildiğim, akabinde bir-iki saat içinde havanın karardığı günler pek uzağımda değil. Boş günlerimin birçoğunda da hâlen öyleyim aslında, ama aklımı kurtaran can simidi günlerin uzaması oldu galiba.

***

Rezil bir ders programım var bu dönem, sevgili okur. Şöyle ki; normal şartlarda dört ya da beş güne bölünmesi beklenen derslerin tümünün pazartesi, salı ve çarşambaya sıkıştırılarak, alınabilecek verimin asgariye indirildiği bir dönemin ortasında, kapana kısılmış vaziyetteyim. Üç gün üst üste sabah 9 ile öğlen 4 arası neredeyse kesintisiz bir ders mesaisi… Sorun bu da değil aslında. O üç günü atlattıktan sonra düzensizliğin dibine vurulan dört günlük sürece girip, akabinde gelen haftanın ilk gününe pek de zinde girememekten mustaribim daha çok. İlk vizelerde şu ana dek aldığım tutarlı notları da (65, 40, 10, 10) en çok buna bağlamaktayım. Bir de, önemsiz bir ayrıntı da olsa, sınavlara çalışmamaya. Neden önemsiz ayrıntı olduğunu şöyle açıklayayım: Bugüne kadar -ÖSS’yi ayrı tutuyorum- zaten hiçbir sınava iki gün öncesinden çalışmamışımdır. Hep son gün çalışırım, ona da çalışmak denirse. Hatta bu dönem itibariyle bu alışkanlığımın da aşınmaya başladığını gözlemlemekteyim. Ders notlarına yalnızca yolda bakarak girdiğim sınavlar biliyorum. Peki, sınavlara çalışmamak, alınan kötü notlar övünülecek şeyler mi? Tabii ki hayır, kesinlikle değil. Yaşamımın hiçbir döneminde de sınavlara çalışmamakla övünmemişimdir. Bu durum benim için değiştiremediğim bir gerçeklikten ibaret yalnızca. Mantığını içselleştiremediğim bir şeyi, yapmadığım takdirde kötü sonuçlar doğuracağını kesinkes bilsem bile, asla yapamıyorum. Derste adı geçen kavramların, konuların önemsiz olup olmadığını otomatik olarak süzen, tanımlayamadığım bir mekanizmam var sanırım sevgili okur. Mekanizma yoksa bile kesin bir ‘güç’ var...

Merkez kampusa dikilmeye başlanan reklam panolarını, darp etmek suretiyle ağzını burnunu kırma ön hedefiyle bir yeraltı örgütü kurmak için dostlarımın nabzını yoklayıp lobi yürüttüm, ama ne yazık ki bir sonuç alamadım. Sahi, o panolar ne ara dikildi oraya? Yoksa hep vardı da şimdilerde mi farkına varıyorum? Bana bu denli batmalarının sebebi ne? Algıda seçiciliğimin bu panoları hedef tahtasına oturtmasının sebebi ne olabilir? Farkına varalım ya da varmayalım, diyalektiğin gözünü seveyim, sürekli değişmekteyiz. Kör birer oyun hamuru gibiyiz, oraya buraya çarpa çarpa şekilleniyoruz. Elimizde çevreyi yoklamaya yarar bir değnek varsa, bu değişim süreci planlanabiliyor aslında. Filmin senaryosunu yazmak elimizde yani, lakin önemli ayrıntı o ‘değneğe’ sahip olmak galiba...

***

Dizi izleyemiyorum sevgili okur. Keza öykü kitabı da okuyamıyorum. Son birkaç ayda beliren bir hastalık bu. Film ve roman, tüketilmeye daha müsait geliyor. Bunun mantıklı bir açıklaması vardır diye umuyorum. Kısa süren, çabuk tüketilen şeylerin kalitesi yok mudur? Tabii ki vardır, ama az önce söyledim ya, garip bir mekanizma var benden içeri, her şeye benim adıma o karar veriyor. Ben sadece uyguluyorum. Nedenini bilmiyorum, yalnızca içimden gelen telkine uyuyorum. Death Note, Avatar: The Last Airbender, House MD vs. şu anda aklıma gelmeyen, izlenmesi önerilen birçok dizinin yanı sıra Sait Faik, Tezer Özlü, Adalet Ağaoğlu gibi nadide yazarların öykü kitapları kenarda dururken, ben nasıl bir mantığa dayanarak bunlara yanaşmaktan korkuyorum ki? Sorun tam burada galiba. Mesele mantıkla ilgisiz. Mantık - doğruluk gibi iki kavram arasındaki ilişkiye burada girmek istemem, lakin kısaca belirtmeliyim ki, mantıklı olanla doğru olan özdeş değildir her zaman. Hatta çoğunlukla değildir. Öyle olsaydı çok daha iyi bir dünyada yaşıyor olurduk. Zira sürdürülen ilişkilerin, yapılan eylemlerin birçoğu mantığa dayandırılarak yürütülüyor. İçinde bulunduğumuz durum ise bu. Evet bu.

Arada sırada sürecek bir serinin başlangıcı olabilir bu satırlar. On saniye önce düşündüm bunu. Olmayabilir de elbet.

26.3.10

Dedim

Olmak istemediğim tüm o şeyleri olmaya çalışıp da beceremediğimde nefret ettim kendimden; bir tebessüm için verdikleri her kalıba yatmaktan utandım; her seferinde içimde kanırttıkları budaklı sopaları memnuniyetsizlikle geri çektiklerinde, tezgâhtan inerken izleyenlerin yüzüne bakmaktan utandım.

Zayıflığımı fark etmelerinden korkup sayfalardan, cümlelerden çizgiler çekip anlamadıkları bir şeye sahipmişim gibi dolaştım kaygısız seslerinin çarptığı duvarların ardında, onlardan olmak isteği daha ağır basıncaya kadar içimde.

Her seferinde o aynı tezgâha yatırıp kendilerini uygun kılan pervasızlıklarını yeterince sergileyene kadar gezinmelerini izledim üzerimde, hangi yönden, kimden geldiğini çözemediğim bir işaretle onaylanana kadar vesikaları.

Bir parça da ben kapmak için nasıl görmezlikten gelebildiklerini anlamaya çalıştım, ayaklarının altında parçalanırken aklımın soylu yanları, ezilenin kırılan bedeni yerine yıkımın hazzından titreyen kasları taklit etmek için notlar aldım.

Bilmem neden hiç durmadı üzerimde, tüm o provalara rağmen dikiş tutmadı yüzlerine baktığımda onlardan çaldıklarım, omuzlarımdan kayıp ayaklarıma kapandı topladıklarım. Kendi parçalarını görünce dehşetle bakıp yüzüme, onlarda ışıldayanların kokuşmuşluğundan bahsettiler nesnesi olduğum kutsal, erdemli ve süslü cümlelerle.

Döndüm, bir sayfa daha örtüp korkunun üstüne, tükenmek için bekledim. Etimin sınırlarına dayanana kadar öfke, gözlerimi havada bir noktaya dikip bir an önce köşeyi dönerek görüş alanından çıkmaktı tek umduğum gelecek zamanlardan, dilleri sulanmadan.

Sonra patladı bir şey, kendi ağırlığına dayanamayıp zihnimin ucundan düşen bir damla gibi koptu kendime duyduğum nefret, kalkıp dışarıda bir yerlere gitti; izini sürüp peşinden gittim.

O yürürken eski kalıpların arasından peşi sıra yürüyüp yüzlerine baktım, önlerine yatmadım.

Oldukları her şeyi ve olmayı denediğim her şeyi tek tek saydım, el sürmeden bıraktım.

Ben, tüm haşmetinize ve zaferinizin kesinliğine rağmen duruyorum hep olduğum yerde, dedim.

Lekelemiş olsam da öykünme çabasıyla, becerememiş olmak bile utanç hissetmemek için yeter şimdi, dedim.

Ayağa kalkmış değilim, biliyorum. Henüz çevirdim başımı zevkten titreyen kaslarınızdan diğer tarafa ve umut, bir cümleniz, bir bakışınızla bile yaralanacak kadar toy, biliyorum.

Bu yüzden birkaç coşkulu günün ardından bir el hareketinize, bir bakışınıza takılıp kalıyor; dizleri üzerine çökeni cesaretlendirecek bir cümle bulana kadar sayfalarda, sessizliğe sığınmaya çalışıyorum.

Kısa cümleleri kızgınlıkla sertleştirip etrafıma serpiyorum, sizleri hayranlıkla seyrettiğim günlerin utancının susturduğu dilime dolanıp sahibine dönmesin diye, üzerinize saldığım nefret.

Kimi zaman, çemberime başımı eğmeden yaklaşana bile batıyor dikenlerim, kalkanımı tutmaktan fark edemiyorum açtığım yarayı, bir ona eğiyorum artık başımı.

Ama geçecek, hep geçecek. Bir kez çevirdim başımı diğer yana, geçmek zorunda.
Gün gelecek ‘sizden’ de kopacak o nefret, işte o zaman yeni bir şey olacak.
Adam, suyu bulacak.

22.3.10

'24 Nisanlar'ın Kaderi ‘Travma’nın Sömürülmesi midir?

1915’ten günümüze değin ülkemizin buğulu geçmişine dair çeşitli çevrelerden farklı yorumlar alan bir 24 Nisan gününe daha varmak üzereyiz. Bilindiği gibi, 24 Nisan 1915 günü, Ermeni tehcirinin başlangıç tarihi olması dolayısıyla tarih için önemli bir yer teşkil etmekte. Kimileri bu olayı ‘soykırım’ olarak adlandırmakta ısrar ederken kimileri de savaş koşullarında meydana gelmiş ‘küçük çaplı çatışma olayları’ olarak adlandırıyor. Bu güne yaklaşılan her yıl olduğu gibi, bu yıl da çeşitli ülkelerin parlamentolarında mevzunun ‘ne idüğü’ tartışılıp birtakım kararlar alındı. Sözgelimi, ABD Temsilciler Meclisi’ne giden ‘Ermeni tasarısı’ onaylanarak geçerken, İsveç parlamentosunda da 1915 Olayları ‘soykırım’ olarak tescillendi. (Belli kesimlerce, Türkiye’nin AB’ye üye olma sürecinde en samimi ve kararlı tavrı koyan siyasî lider, ‘demokrasi fatihi’ olarak anılagelen Başbakan’ın, bu gelişmelere karşılık, muhalefetin de desteğini alarak ortaya koyduğu tavra, yazının sonunda kısaca değineceğim.)

Soykırım (orijinali: Genocide), bir sözcük olarak, 1944’te türetilmiş bir hukukî kavram. Bu yüzden tarihçilerin bu konuyla ilgili ortaya atacağı düşüncelerin resmî anlamda bir bağlayıcılığı yok. Türk tezlerini savunanların bir kısmı bu bilgiye dayanarak, 1915’te ‘soykırım’ diye bir kavram olmadığını, bu yüzden de o dönemde vuku bulan olayların ‘soykırım’ diye tanımlanamayacağını iddia ediyorlar. Bu iddiaların elle tutulur bir yanı yok; çünkü bu, sözgelimi ilk insanların arasında yaşanan öldürme vakalarını da, o dönemde belki ‘dil’ olmadığını varsayarak ‘cinayet’ olarak tanımlayamamamıza neden olacaktır – ki bu da mümkün değildir. Aynı şekilde, Ermeni tezlerinde iddia edildiği gibi, ölü sayısının 2 milyon olduğunu varsaymamız bile, yaşanan olayların bir ‘soykırım’ olduğunu tek başına ispatlayabilecek bir argüman değildir. Öyle ki, soykırımın tanımında ‘belirli bir gruba yönelik uygulanan sistematik katliam’ sözüyle özetlenebilecek bir ibare geçiyor. Yani önemli olan ölü sayısının az ya da çok olması değil, kıyımın sistematik ve bilinçli olarak uygulanmasıdır. Bununla ilgili olarak Özgür Mumcu’nun 2006’da yazdığı “Ermeni Soykırımı Meselesine Nasıl Yaklaşmalı” başlıklı makalede geçen şu paragraf oldukça ufuk açıcı:

“(…)Uluslararası kamuoyunda 1915’te Ermenilerin başına gelenler genelde İkinci Dünya Savaşı’nda Musevilerin başına gelenlerle kıyaslanmakta ve bu, soykırım iddialarını güçlendirmektedir. Ancak, 1915’te Ermenilerin uğradığı insanlık dramı, Musevilerden çok, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanların yaşadığı fazla bilinmeyen başka bir insanlık dramını çağrıştırmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle, milyonlarca Alman, Doğu Avrupa ülkelerinden Müttefik işgali altındaki Almanya’ya tehcir edilmiştir. Tehcir’in sebebi, Almanya dışındaki Almanların, Nazi Almanyası tarafından yayılmacı amaçlarla kullanılması ve ileride bunun tekrarının engellenmesidir. Gerekli sağlık, barınma ve beslenme koşulları sağlanmadığından, tehcir edilen on beş milyon kişinin iki buçuk milyonu tehcir esnasında hayatını kaybetmiştir. Ancak kimse, bu bahsi geçen tehciri, soykırım olarak nitelememektedir. Ölü sayısı iki buçuk milyon olmasına rağmen. Olayın sadece tehcirle sınırlı kalmamasına, sekiz yüz elli bin Almanın, Sovyetler Birliği’nde çalışma kamplarına yollanmasına rağmen. Sanırız bu örnek, Ermeni soykırımı meselesine yaklaşımımızdaki temel hataları göstermektedir(…)”

***

Tabii ki şu ana kadar söz ettiklerim işin tamamen hukukî ve siyasî boyutu. Bir de işin vicdanî boyutu var ki, meseleyi çözmemize yardım edecek kodlar da tam burada gizli. Birinci Dünya Savaşı döneminde Avrupalı devletlerce ‘hasta adam’ addedilerek kendisine kısa bir ömür biçilen Osmanlı Devleti’nin, İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi ütopik-romantizmin morfiniyle hayaller dünyasına dalmış bir örgütlenmenin önayaklık etmesi sebebiyle girdiği savaş ortamında, halkın büyük bir kısmının sefaletten kıvrandığı bir dönemde yürürlülüğe soktuğu Tehcir Yasası’nın icrasında insanlık dışı ciddi birtakım uygulamalara maruz bırakılan topluluktan söz etmek gerekiyor. Keza, Batılı emperyalist devletlerin kışkırttığı, silahlandırıp savaşmaya yönelterek Türk köylerini basan Ermeni çetelerinden de, yıllar sonra gerçekleşecek ve uluslararası arenada sözü dahi açılmayacak -ki olması gereken, iki mesele için de aslında budur- Hocalı Katliamı’ndan da… 24 Nisan 1915’te öncelikle Ermeni topluluğunun büyük kentlerdeki ileri gelenlerine yönelik başlatılan tehcirin; 27 Mayıs 1915’te yasalaşarak Anadolu köylerindeki Ermeni yurttaşlara kadar uzanmaya başlamasıyla, istenmeyen bir kaos ortamında oluşmuş, ‘savaş içindeki savaş’ın başlatmış olduğu, türlü provokasyonlar neticesinde külliyen vatan hainliğiyle damgalanan Ermeni nüfusa yönelik bir kıyıma dönüştüğü görülüyor. Ancak yine şöyle bir şey var:

“(…)Soykırım teşkil etmeyen bir katliamın, insanî bilançosu, soykırım teşkil eden bir katliamdan daha ağır olabilir. Yani çok insan öldüyse soykırımdır, az öldüyse değildir gibi bir yaklaşımın hukuk tarafından pek savunulacak yani yoktur. Yine aynı şekilde, bir olayı, soykırım diye nitelememek o olayın ağırlığını ya da siyasî, sosyolojik etkilerini fazla değiştirmeyecektir. Osmanlı’nın dağılma sürecinde tüm halklar gibi, Ermenilerin de sayısız acı çektiğini göz ardı etmemek insanlığın gereğidir. 1915’de olanların soykırım olmadığını savunmak, 1915’de hiç bir şey olmadı demek değildir. Bu topraklarda, insan kervanlarının kötü muamele, açlık, hastalık gibi birçok sebeple hayatlarını kaybettiğini yadsımak, Ermeni meselesini daha da karmaşıklaştırmak demektir. Aynı dönemde Türk-Müslüman nüfusun da büyük acılar çekmiş olması, herhalde başkalarının acılarını reddetmek için geçerli bir sebep değildir(…)” (Özgür Mumcu, adı geçen makaleden)

***

Her şey bir yana, Ermeni Soykırımı meselesinin mide bulandırıcı bir boyutu var: Diaspora ve lobiler vasıtasıyla, meselenin insanî boyutu gözden çıkarılarak olayın ekonomik-siyasî bir rant kapısı hâline dönüştürülmesi. Lobicilik günümüzün çok önemli bir gerçeği olmasının yanı sıra, paraya tapan, onu tanrılaştıran bir rant kapısı olması dolayısıyla bu denli hassas bir meseleyle birlikte anılmasından insanlığın utanmasını gereken bir faaliyet; genel anlamda da bir rezilliktir. Ermeni Diasporası’nın, ‘Ermeni halkının tutkalı’ olarak yürütegeldiği, salt milliyetçi reflekslerle mamul propaganda faaliyetleri de meselenin bir başka tıkayıcı sebebi. Zira, tarihte milliyetçi ideolojilerin hakkaniyetle çözebildiği bir sorun olmamıştır; eşyanın tabiatına aykırıdır bu. Dünyanın en yoksul halklarından olan Ermenistan halkının, kendisi için bir kader olmayan yoksulluğuna isyan etmeye başlaması için -kısmen Türkiye halkı için de olduğu gibi- soykırım mevzusunun çözülmesi pek hayırlı olacaktır aslında. Ancak hem Diaspora’nın hem de TC’nin buna izin vermeyen bir politika izleyerek adeta bir ‘danışıklı dövüş’ kokusu duyulmasına neden olduğunu belirtmek fikrimce abartı olmayacaktır. Sorunun adil biçimde çözülmesi durumunda düşmanlık ortadan kalkacak, lobicilik adına her yıl dönen milyon dolarların akışı kesilecektir; bu da parlamentolarda lobi yapmak suretiyle meseleyi rant kapısı olarak kullananların pek hoşuna gitmeyecektir. Ekonomik gücün en büyük güç olduğu ‘yeni dünya düzeni’ndeki en ciddi barikat budur.

Soykırım’ın hukukî boyutu elbette tartışılmalı ve karara bağlanmalıdır. Ancak uluslararası mahkemelere bugüne değin herhangi bir başvuru yapılmamış olması ve işin yalnızca siyasî boyutuyla gündeme getirilmesi, Ermeni tarafının hukukî yönden pek umut taşımamasının göstergesi olarak kabul edilebilir. Ancak bu da, Ermenilerin öz yurtlarından zorla göç ettirilmek suretiyle ‘savrulmaları’ (Hrant Dink’in kullanımıdır), uğradıkları can kayıpları ve travmaların yarattığı acıları örselemeye yetmeyecektir.

Velhasıl, meselenin çözülmesini sağlayacak asıl etken, olayın, iki halkın akil insanları tarafından masaya yatırılması ve iki tarafın da vicdanına hitap edecek adaletli bir sonuca varılmasından geçiyor. Bunu ciddi anlamda yapmaya çalışan öncü aydın Hrant Dink’in önce Diaspora tarafından ‘aforoz edilmesi’, ardından da kendi ülkesinde (Türkiye’de), kendi halkınca (Türkiye halkınca) göz göre göre infaz edilişinin yalnızca seyredilmiş olunması, yukarıda sözünü ettiğim ‘danışıklı dövüş’ iddiasını destekleyerek güçlendiren olumsuz bir etmen olarak zihinlerimizdeki tazeliğini korumaktadır. Çözüm; medya üzerinden dönen muhtelif manipülasyonların, milliyetçi-ırkçı reflekslerin etkisiz hale getirildiği noktada bizleri bekliyor. Adım atmak için hassas, duyarlı ve fakat en önemlisi bilinçli olmalıyız. 24 Nisan’da Obama’nın ağzından -lobilicilik faaliyetlerinin sonucuna göre- çıkacak ya da çıkmayacak olan; geçmişiyle ve yetkisiyle son derece alakasız yargılar içerecek sözcüklerin, milyonlarca insanı üzerken milyonlarca insanı da sevindirebilecek etkisini kırmalıyız öncelikle.


Not: Çeşitli parlamentolardan geçen Ermeni tasarılarına tepki olarak, “Gerekirse ülkemizde kaçak yaşayan 100 bin Ermeni’yi süreriz” tümcesiyle özetlenebilecek konuşmanın mantığının; AB yanlısı olduğunu ve demokrasiye inandığını söyleyen biri tarafından dillendirilmesinin abesle iştigal etmek olduğuna hemfikiriz sanırım. Bu sözün, toplumun maruz kaldığı manipülasyondan etkilenen ‘toy bir delikanlı’ tarafından dillendirilme olasılığına inanmak, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından dillendirilmiş olma olasılığından daha mantıklı geliyorsa, bir yerlerde oldukça büyük sorun var demektir. Kendini bilmez bir milletvekili tarafından, etnik kimliğine yöneltilen, ve açıkça kin ve düşmanlık unsurları taşıyan ırkçı ithamı ciddiye alarak soyağacını kamuoyu önünde açıklama gereği duyan bir cumhurbaşkanının da aynı ülkeye ait olması pek tesadüf olmasa gerek.

20.1.10

Dink ve Mumcu: İki Ortak Yazgı

Bu resme baktığımda, farklı mücadele sahalarında olmalarına rağmen, dertleri aynı yolda birleşen, cayır cayır yanan memleketlerine merhem olmak uğruna kelle koltukta birer kısa ömür geçirmiş iki gazeteci görüyorum. Onlar her ne olursa olsun önce ‘insan’ kimliklerini öne sürdüler. Mücadele alanları farklıydı ve birbirlerini hiç tanımıyorlardı belki, ama kaderleri bir oldu…

Uğur Mumcu ve Hrant Dink’in mücadele sahalarının farklı olmasının çeşitli nedenleri vardı. İçine doğdukları koşullar, toplumlar vs. gibi nedenlerdi bunlar.

Uğur Mumcu: Haksızlığa Başkaldırının Simgesi
Uğur Mumcu Kırşehir’de doğmuş, Ankara'da hukuk öğrenimi görmüş ve 12 Mart muhtırasının ardından girişilen 'Balyoz Operasyonu' sonucunda, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde asistanlığını yaptığı Prof. Uğur Alacakaptan ile beraber, birçok aydın gibi hapse atılmıştı. Tam olarak neyle suçlandığını onu suçlayanlar bile bilmiyordu. Çoklukla olarak 141. maddeye atıf yapılıyor, sınıf propagandası yaptığı üzerinde duruluyordu. Denizler’in yargılanıp infaz edildiği 146. maddeden de söz ediliyordu. Ama sonuçta onu yargılayanlar durumu ellerine yüzlerine bulaştırmış bir şekilde, çalınan minareye kılıf hazırlamakla meşguldüler. Bir yılı aşkın bir süre tutulduğu cezaevinden çıktıktan sonra apar topar Ağrı’nın Patnos ilçesine ‘sakıncalı piyade’ olarak gönderilmiş ve üniversite mezunu olmasına karşın askerliğini er olarak yapmış, ardından da kısa süren akademik hayatına devam etmemeyi ve gazeteci olmayı seçmişti. Kızmıştı çünkü tüm olanlara, yaşananlara. İşte tüm bu olaylar zinciri, Türkiye basın tarihine çağdaş anlamda araştırmacı gazetecilik kişiliğini kazandıracak adamı yaratacaktı.

Muhalif kimliğini iktidardaki partinin adına göre şekillendiren; yani bugünün muhalifi, yarının olası yandaş gazetecisi olmayacaktı Uğur Mumcu. Çünkü onun sorunu, günümüzdeki sözde muhalif geçinen dalkavuklar gibi salt iktidarlarla değil, işleyen düzenin kendisiyleydi. Kıvrak zekasını ortaya çıkaran yazılarında yüzümüze çarptığı ironiler de bu duruma işaret eder. “Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur” mantığını benimsetmeye çalışan gerçek bir insan hakları savunucusuydu o. Yazının sahiden ‘yazı’ olduğu yıllardı onun en parlak yılları. Hani biri bir yazı yazar, tüm halk sokaklara dökülürdü ya, işte o yıllar: Kalemin kılıçtan keskin olduğunun sözde kalmadığı yıllar. Yolsuzluk, faili meçhuller, devlet içindeki illegal yapılanmalar ve kirli ilişkiler, kaçakçılık… Herkes onun kaleminden, daktilosundan okudu bunları en sağlam delillerle. Ve biliyordu; ortaya çıkardığı ve çıkaracağı her pislik, kendisine kurşun ve bomba olarak geri dönebilirdi. Arkadaşlarına, hocalarına olduğu gibi… Keza birileri tarafından sürekli tehdit ediliyordu. Mumcu’nun yanıtı ise çoktan belliydi: “Korkaklar bin kere, kahramanlar bir kere ölür.” Ama zalimlerin hesap verecek kimsesi yoktu, bu yüzden dediklerini (ya da dedirttiklerini mi demeli?) yaptılar. Çarklarına çomak sokup kendilerini rahatsız eden Mumcu’yu susturdular: 24 Ocak 1993.

Onu tehdit edenler kimdi, neden rahatsız olmuşlardı? Elbette öncelikle, suikastın faillerinden ziyade onların kimler tarafından desteklendikleri ortaya çıkarılmalı. Bomba düzeneğini Mumcu’nun arabasına yerleştirenler değil, o bombanın oraya yerleştirilmesine karar veren irade ortaya çıkarılmalıdır. Suikastı birçok islamcı örgütün aynı anda sahiplenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir mevzudur. Özgür Mumcu’nun, geçtiğimiz günlerde verdiği röportajda söylediği gibi, bu islamcı bir irade olmayabilir. Ama bu dile getirildiği zaman, sözgelimi Uğur Mumcu’ya sahip çıktıklarını söyleyen, politikalarını salt islamcı akımlara karşı konumlandırmış olan birileri rahatsız oluyor. Peki neden? Sahip çıktıkları kişiyi kimlerin öldürdüğünün enine boyuna tartışılması ve araştırılması gerektiğine neden karşı çıkıyorlar? Politikalarına ters düşüyor değil mi? Ya islamcı değillerse diye ödleri mi patlıyor yoksa?

Onlara ihtiyacı yok kimsenin. Uğur Mumcu’yu katledenlerin –islamcı veya değil– açığa çıkmasından yana olan, tek kimliği vicdanı olanlar, gerçek açığa çıkana değin haykıracaklar devlete: “Namus borcunuzu ödeyin artık!”

Bunca yıldır bekliyoruz borcun ödenmesini. Yoksa terzi kendi söküğünü dikemiyor mu?

Hrant Dink: Sağduyu ve Empatinin Sesi
Malatya’da doğan ve yedi yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göçen Hrant, anne ve babasının boşanmasının ardından bir yetimhanede büyür, genç yaşında Sol düşünceyle tanışır. İbrahim Kaypakkaya’nın TKP/ML’siyle birlikte hareket eder. İsmini Fırat olarak değiştirmesinin nedeni de, bir tutuklanma durumunda halkının olayla ilişkilendirilmesini engellemekti. 12 Eylül’ün ardından ezilen ve parçalanan Sol, onu da daha durgun bir yerlere savurmuştu elbette. Eşi Rakel’le birlikte Tuzla’daki kimsesizler yetimhanesini idare etmeye başladı. Bu arada yayıncılık işini sürdürdü, muhtelif gazetelerde yazmaya başladı. Türkiye’deki Ermeni toplumunun sesini duyurabilmek için haftalık Agos gazetesinin kuruculuğunu üstlendi. Yazılarında Ermeni ve Türk halkları arasında bir köprü misyonu üstlendi. Öyle bir memleketti ki yaşadığımız, 21. yüzyılda insanlar hala etnik kimliklerini korumak durumunda kalıyordu. Bir yanda Kürtler, diğer yanda Ermeniler. Hepsine zoraki olarak ‘Türksünüz’ diyordu anayasa. Kimlikleri bastırılıyordu insanların. Hiçbir haksızlığa sessiz kalamayan Hrant da, ‘etnik kimlik’ olgusunu her ne kadar bir ayrıntı olarak görse de, kendi ülkesinde uygulanan baskı politikasına karşı, mensup olduğu halkın kimliğini savunmak durumundaydı. Kendisine yönelik kovuşturma politikası, şovenist linç girişimleri ve provokatif eylemler de bundan sonra başlayacaktı. Cinayete uygun zemin ve kamuoyu yaratma eylemleri…

En sonunda da resmi kurumların bilgisi dahilinde bir yılı aşkın süredir planlanan bir suikast gerçekleştirildi: 19 Ocak 2007.

Hrant Dink… O, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında kalabilen az sayıda Ermeniden yalnızca biriydi. Bir gazeteci, bir demokrasi savaşçısı, bir kanaat önderi. Türk ve Ermeni halklarını yakından bilen ve onları birbirlerinin geçmişlerine saygı duymaya, birbirlerini anlamaya çalışmaları için didinen, bulunmaz bir Hint kumaşıydı. Taksim meydanında “Soykırım vardır!” diye, Paris’in göbeğinde ise “Hayır, soykırım yoktur!” diye bağırmak istediğini söyleyecek kadar asi bir ifade özgürlüğü savunucusuydu. Adının ne olduğunu önemsemeksizin, halkının maruz kaldığı trajediyi dillerine sakız yaparak siyasi rant peşinde koşanlardan midesi bulanan, vicdan sahibi gerçek bir yurtseverdi. O tetiği çeken cahil, acınası çocuğun eline silahı verip Hrant’ı öldürmesi için mantıklı bir sebep olduğuna inanmasını sağlayan karanlık zihniyeti, ellerindeki kanda boğmak olacaktır mücadelemizin bir diğer halkası da.

Yazının başında söylediğim gibi, insanların hayatının gidişatını ve mücadelelerini, doğdukları ve içinde bulundukları koşullar belirler. Uğur Mumcu, 12 Mart faşist cuntasından sonra, Türkiye’ye çağdaş anlamda araştırmacı gazeteciliği, onurlu, ilkeli ve adil durmayı gösteren bir emsal olmuştur. Hrant Dink ise Türkiyeli bir Ermeni gazeteci olarak; ‘ülkem’ demekten gocunmadığı, bilakis aşık olduğu bu topraklar üzerinde yaşayan Türk ve Ermeni halklarının barışına, ülkesinin güzel yarınlarına adamıştır kendini. Ölüm tehditlerine kulak tıkayıp, ülkesini bırakarak rahatça yaşamını sürdürebileceği Avrupa’ya gitmeyi reddetmiştir. Bunu da şöyle açıklamıştı: “…‘Kaynayan cehennemler’i bırakıp, ‘hazır cennetler’e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik.”

***

Birbirlerinin yerinde doğmuş olsaydılar, acaba ne değişirdi? Bana sorarsanız hiçbir şey. Öyle ki, insani duyarlılık olarak aralarında fark barındırmayan iki insandı onlar. Sadece toplumun kendilerine biçtiği görevler farklı kulvarlardaydı. Birbirlerini tanımamışlardı belki, konuşma olanağı bulamamışlardı kuşak farkından dolayı. Olsun. Rakel Dink ve Güldal Mumcu da tanışmadılar belki. Ama Güldal Mumcu geçtiğimiz yıl Akşam’da çıkan röportajında Enver Aysever’in “Rakel Dink’le tanıştınız mı?” sorusunu aynen şöyle yanıtlamıştı: “Hayır. Ama acısını anlıyorum. Bunun için tanışmak, konuşmak gerekmiyor. Yan yana, karşılıklı durmadığınız zamanlarda böyle acıları o kadar iyi anlayabilirsiniz ki... Onun ne hissettiğini, nasıl mücadele vermek, bu ülkeyi terk etmemek arzusunu da çok iyi anlıyorsunuz. Onun hayatı burası; o bir Türk vatandaşı. Uğur öldürüldüğü zaman en çok yadırgadığım; bazı arkadaşlarının bile cenazenin ardından, 'durma bu ülkede, iş ayarlayalım ve başka bir ülkeye git' demeleri oldu. O yüzden o duyguları çok iyi anlıyorum... Neden gitsin Rakel Dink? Bu ülke benim vatanım, onun vatanı, neden gidelim?” (15 Şubat 2009, Pazar)

Geldiğimiz noktada; Hrant Dink ve Uğur Mumcu’nun, farklı kesimler tarafından mitleştirilerek siyasi malzeme edilmeye çalışılmalarına karşı çıkılmalıdır. Bu, onları öldüren iradeye fark etmeden destek vermekten başka bir şeye yaramayacaktır. Emin olun, bunu ikisi de istemezdi.

Uğur Mumcu ve Hrant Dink’i, yurdumuzun aydınlık yarınları adına ellerinden geleni yapan ve bunun sonucunda bedel ödeyen iki yürekli insanı, birbirinden zerre kadar ayırmadan özlem ve saygıyla anıyorum.

12.1.10

Kırılamayan Döngü

Son dönemde, “Ortadoğu’da barış ve dayanışmanın sağlanması” gibi amaçlarla bölgedeki ülkeler arasındaki vize uygulamalarının yavaş yavaş kaldırılmasına tanık oluyoruz. Bu çerçevede Türkiye de daha önce Suriye, Libya ve Ürdün’le; birkaç gün içinde ise Lübnan’la mutabakata vardı. Başbakan, bu tip her anlaşmanın ilanı sırasında basına verdiği demeçlerde olduğu gibi, yine kendi iktidarları döneminde ülkeler arasında çeşitli alanlardaki işbirliğinin artmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

Konu ‘Ortadoğu ve barış’ olunca, söz elbette geçtiğimiz yıl bu dönem de olduğu gibi, bugünlerde İsrail’in Gazze’ye yönelik tekrar uygulamaya başladığı şiddet politikasına da uzandı. Başbakan bu konuda, gelmiş olduğu siyasi gelenekten miras olarak devraldığı vicdanî reflekslerine –geçen yıl Davos’ta olduğu gibi– bu yıl da yenilip İsrail’e yönelik, devletin ve hükümetin genel politikasını pek de yansıtmayan söylemlerde bulunarak yine göz boyadı. Erdoğan, füze saldırısına uğramamasına karşın, İsrail’in Gazze’yi bombalamasının bölge barışı açısından üzüntü verici olduğunu söyleyerek yine İsrail’i suçladı, İsrail ise “Bize en son ahlak dersi verecek olanlar Türklerdir.” şeklinde sert bir yanıt verdi.

Hatırlanacağı üzere geçen yılki Davos toplantısında, daha birkaç gün evvel kapalı kapılar ardında İsrail’le yüklü bir silah anlaşmasına imza atmış hükümetin başbakanı, aynı İsrail’in başbakanına Gazze’de uygulanan katliama atıfta bulunarak bir nevi 'ayar vermiş'; ve Ortadoğu’daki mazlum halkların yanı sıra olayların bir bütün olarak ayırdında bulunmayan, ülkemizdeki vicdan sahibi tüm insanların içinin yağlarını eritmişti. Artık Ortadoğu’da –ne politik tavır ne de genel dünya görüşü yönünden– o güne dek aynı karede tahayyül dahi edilemeyecek iki liderin, Erdoğan ve Chavez’in posterleri taşınıyordu. Gazze’de “Onlar burada, Arap erkekleri nerede?” vb. sloganların yazıldığı pankartlarda, katliama sessiz kalan işbirlikçi Arap emirleri hicvediliyordu. İsrail Başbakanı Simon Perez, Davos’ta yaşanan olayın ardından Erdoğan’ı arayıp ‘üzgün olduğunu’ belirtmiş, olay bir şekilde tatlıya bağlanmıştı.

Ancak bu kez aradaki ilişkiler oldukça gerilmiş durumda. Kurtlar Vadisi dizisinin geçen bölümünde İsrail askerlerinin bebek katili olarak gösterilmesine oldukça sinirlenen İsrail Dışişleri’nin, Türkiye’nin Tel Aviv büyükelçisini basın önünde küçük düşürmesi Türkiye adına oldukça utanç vericidir. Türkiye temsilcisinin özellikle daha alçak bir koltuğa oturtulması, aradaki masada yalnızca İsrail bayrağının bulunması ve büyükelçinin tüm bu küçültücü yaklaşımlara karşı, gülümsemekten başka bir tepki verememesi, ABD’nin denetimi altında son dönemde Ortadoğu’daki rolü artan Türkiye’ye, İsrail’den açık ve sert bir mesajdır.

Tabii ülke ve toplum olarak; gerek dünyada yaşanan, gerek ülkemizde yaşadığımız ‘reel’ rezilliklere ancak filmlerde ve dizilerde ‘hayalî’ tepkiler gösterebilerek içimizi rahatlatmaya oldukça alışmış durumdayız. Daha önce de, bilindiği gibi, Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesinin öcü, ‘Kurtlar Vadisi Irak’ filmi aracılığıyla alınmış; ülkenin onuru böylece kurtarılmıştı(!). Elbette en son yaşanan bu talihsiz olayın yanıtını misliyle verecek ‘vatanperver’ senarist ve yapımcılar da bulunur. Şaka bir yana, aslında bu olgu sosyolojik tezlere rahatlıkla konu olabilir, psikolojideki karşılığını da oldukça merak etmekteyim kişisel olarak.

Velhasıl, gelinen noktada, sorunun, yalnızca bölgedeki birtakım rol anlaşmazlıkları ve pürüzlerden kaynaklandığı ortada. AKP, CHP ve MHP arasında haftalık grup toplantılarında her hafta tekerrür eden sığ atışmaların topluma çok önemli mevzular gibi yansıtılması emsali, arada sırada sermaye hizmetkârı muktedir devletler arasında da bu tip pürüzler çıkabilir. Ne ilktir ne de son… İsrail’le yıllardan beri sürdürülen stratejik ittifak ve silah anlaşmaları, Filistin halkının on yıllardır uğrayageldiği zulme karşın neredeyse tüm dünyanın süren suskunluğu… Hepsi bir arada düşünüldüğünde, durumun hiç de göründüğü/gösterildiği gibi olmadığı çıkarımı rahatlıkla yapılabilir. Sonuçta Türkiye kamuoyu kandırılmaya, Gazze halkı katledilmeye devam edilir; aslında yapılanın yalnızca kandan beslenen silah tüccarlarının lojistik olanaklarının genişletilmesi, iki ülke arasında yaşanlarınsa sadece bir rol çatışmasından ibaret olduğu ıskalanır…

Oda, Duvarlar ve Bavul

Havada ıslak bir serinliğin dolaştığı, uyanmakta zorlanan şehrin sakin ve ağır hareketlerle silkindiği gri bir sonbahar sabahı, elimde ancak sonu belirsiz bir seyahatin işareti olarak yorumlanabilecek büyüklükte bir bavulla yola çıktığımı, yürüdüğüm yolun çatallaştığı ilk ayrımda dakikalarca hareketsiz kaldığımı, zihnime hücum eden binlerce anı, korku ve diğer tüm düşüncelerin arasında atacağım adıma yön verecek bir kırıntı arandığımı, bulamadığımı hatırlıyorum.

Daha önce pek çok kararsızlık anında yaptığım gibi gözlerimi kapatıp rüzgârın yönünü kestirmeye çalışmıştım; yokuşu tırmanıyordu ve başka bir yön levhası da görünmüyordu.

Hayatın içinde, kalemi tutan kolu kırılmış tek ayaklı bir pergel gibi döndüğümü hissettiğim birkaç zor ve uzun yılın ardından, ‘pes’, demiştim.

Altımda renksiz bir sayfa gibi uzanan yaşamın, ne kadar çabalasam da hep aynı belirsizlikte kaldığını, hayatta bana dair tek bir çizgi bulamadığımı ve bundan sonra da bulamayacağımı hissettiğim bir eşikten geçmiş, yönsüz bir yolculuğa düşmüştüm.

Zayıftım ve en büyük korkumun kıyısında yalpalıyor; tekrar tırmanamayacağımı düşündüğüm bir yükseklikten düştüğümü hissediyordum.

Gecenin uyuşukluğunu üzerinden atan şehrin her an artan homurtusundan ürktüğümü, daha az insanla karşılaşacağımı hesap edip ara sokaklardan yürümeye gayret ettiğimi, tükenişi sonlandırmak için yalnızlığa sığınabileceğim bir yer aradığımı…

Ve nihayet ucuz bir otel odası.

Tüm hayatımın; çocukluğun sorumsuzluğundan çıkıp yetişkinliğin güvenli sularına ulaşamamış bir tekne gibi çırpındığım yılların; ömrü cümlelerimden kısa kararlarımın; ayağım daha yere değmeden pişman olduğum adımların, kısacası tüm hayatımın olup olacağı buydu işte; küçük, loş bir oda.

Noktada sonsuzu yaşatan engin ruhların hayalini yüklenmişti tekne; demir attığı liman, bir karanlık odaydı.

Bir de duvarlar.

Ezelden ebede dostluk nöbeti tutan, yalnızlara yarenlik eden, kimi zaman nemli ve küflü ama hiç sırt çevirmeyen, belki de yüzleri de sırtları kadar ketum olduğundan çevirmeyen, şaşırmayan ve şaşırtmayan duvarlar.

Yolumuzu hayatla çakıştırıp ruhumuzun sığınabileceği bir köşe yaratamayan bizlere inat, ömrünü iki köşeye varmak için tüketen, çoğu zaman bacaklarımızı karnımıza yapıştıran buhranların diz çöktürdüğü köşeler yaratmak için yaşayan duvarlar.

Odaya girince bavulu bir kenara fırlatmış, çaresizlik, nefret ve kızgınlık kıskacındaki zihnimi daha fazla bastıramayıp ağlamıştım.

Nefesim tekrar düzene girip sakinleştiğimde pencereye yaklaştığımı, kenarından araladığım perdenin arkasından sokağı görmeye çalıştığımı anımsıyorum.

Yaklaştığımı hissettiğim o dönemece girmeden son kez bakmak istiyordum sanki hayatın akışına.

Şimdi buradan baktığımda daha net görüyorum, bir yenilgiyi kabul etmek, çoktan kaybettiğime inandığım bir mücadeleyi geriye hiçbir umut kırıntısı bırakmamak için gömmeye gelmiştim o odaya.

Hayır, intihar edebileceğimi sanmıyordum ama bir canlıdan daha fazlası olmaya da çalışmayacaktım artık.
Islaklık.

Solgun ve kirli örtülerini soğuğun sarmaladığı yataktan tenime geçen ıslaklığı hissedebiliyorum hala.

Üşüdüğümü; titreyip küçülen bedenim direnirken zihnimin yorgun düşmüş askerler gibi teslim olup durduğunu, tüm bunlar olurken tek hissettiğimin ıslaklık olduğunu…
Boşluk.

Elbiselerimin kıvrımlarında dolaşan nemin refakatinde saatlerce gözlerimi diktiğim duvarlar.

Hiçbir şey istemeden, beklemeden ve düşünmeden baktım o karanlık duvarlara, uzun uzun.

Dibe vurduğumu sanmıştım.

Her şey durmuş, hisler silinmişti.

Kurtulmak isteğinin bile anlamsız geldiği saatler süren bir andı sanki boşluk, nefes almaktan öte bir hiçti vücudum.

Elime tutuşturulan birkaç renkle dışına taşırmadan boyamayı beceremediğim ruhumun, beni her defasında parçalara bölen zihnimin ölüm ilanıydı, bir garip cenaze ritüeliydi sanki yaptığım; dizlerimi kıran yükü indireceğimi ummuş olmalıyım kendimden bile gizleyerek.

Ne de olsa çoktan öleni gömmek mezara, bir gün mutlaka bitecek yası başlatmaktır en kötü ihtimalle.

Silkinen aklın ilk adımda düştüğü çukur, hüsrandı.

O küçük, karanlık odadan, nefes almaktan gayrı isteği olmayan bir canlı olarak çıkacağımı, ruhumu ve zihnimi duvarlara emanet ettiğimi, özgür olmasam da en azından yükümü bırakacağımı sanıyordum menzilden önce.

Oysa bilmeliydim uzun süre karanlıkta kalan gözlere olduğu gibi ruha da ne olacağını; tükendiğini sandığı bir eşikten atlayınca alışacağını gözlerin karanlığa, bilmeliydim.

Hep orada olan ama acemiliğin körlüğüne saklananları seçebileceğimi bir zaman sonra, karanlıkta çarptığım katı ve keskin hatların varlığımı doğruladığını bilmeliydim.

Ruhumu çarmıha geren zihnin yorgunluğundan süzülen bir damla ter olduğunu boşluğun, yeterince büyüdüğünde kendi ağırlığına dayanamayıp süzülüp düşeceğini zihnimin ucundan, bilmeliydim.

Göğsümde ağır ve ahşap bir tabela gibi taşıdığım şeyi bedenime tutturan çivi olmadığını aklımın, tabelanın kendisi olduğunu, etime işlediğini ve ruhumu çıkarmadan bedenden, onu da çıkaramayacağımı bilmeliydim.

Bilmeliydim, bilmeliyim; bilmiyorum.

Zayıfım ve hayattan düşmekten korkuyorum.

Her çöküşte bir ihtimali eleyip daha da yakınlaştığımı düşünmem yaşamımı meşru ve kabul edilebilir kılmaya; bir gerçek, bir ilke, bir savunma, bir teselli, bir yalan, bir çöküş…

Hayatın içinde, kalemi tutan kolu kırılmış tek ayaklı bir pergel gibi döndüğümü hissettiğim birkaç uzun ve zor yılın ardından, elimde ancak sonu önemsenmeyen belirsiz bir seyahatin işareti olarak yorumlanabilecek büyüklükte bir bavulla çıkmıştım evden.

Ve hala rüzgârdan başka tabela görmedi gözlerim.

5.1.10

Savaşa Doğru

Anlık düşler görmek o kadar da kötü değil aslında. Her ne kadar aşırı dalgınlık yaşamak sağlık açısından pek hayra alamet bir şey olmasa da, bu tip düşler görmek, kafanın sürekli çalıştığı anlamına gelir. Beni endişelendiren o değil. İnsan hiç kendini boğazlar mı? Ben bunu günde en az on beş kez yapıyorum. Gün içinde en az on beş kez, dalıyorum ve kendimi boğazlarken kendime geliyorum. Tıpkı uçurumdan aşağıya düşerken, tam yere çakılma anında uyanmak gibi. Bu tip rüyaları da azımsanmayacak kadar çok görüyorum.

Cehalet mutluluktur, diye bir söz vardır. Her insan yaşama eşit koşullarda ve benzer ortamlarda başlamıyor, dolayısıyla insanın olağan dışı kavramları düşünmeye başlaması için etkileyici birtakım olaylar gerekiyor. İzlenen bir film, okunan bir kitap (hoş, kitap okumaya karar vermek zaten bu tip düşünmeyi kendiliğinden tetikleyen bir şeydir), tanık olunan sıra dışı bir olay insanın o güne dek tekdüze süregelmiş hayatını değiştirebilen şeylere örnek olabilir. Bu satırların yazarı, dün oldukça farklı düşünüyordu, bugün farklı düşünüyor; ve değişimin doğası gereği, yarın da farklı düşünecek. Nihayetinde bizi biz yapan, ne düşündüğümüz değil; olaylara karşı aldığımız konumlar, takındığımız tutumlardır. Bu bağlamda, herhangi bir konuda dile getirdiğimiz düşünceleri, pratik hayatımızda da uygulayabilmekten geri kalmamalıyız. Kesinkes doğru olduğunu varsaydığı bir düşünceyi dile getirip, yaşamında bunu savunamayan dürüst bir insanın aklını yitirmesi pek uzak bir olasılık sayılmaz. Tabii mevzubahis kişi bu durumun farkına varabiliyorsa. Aynı şekilde, bir fikri savunduğunu söyleyip o yönde bir çaba sarf etmekten aciz, bilinçli kişiler, alenen ikiyüzlülük yapmaktadırlar. İnsan ödemeyi göze aldığı bedeller kadar vardır.

Kişinin kendisiyle çelişen davranış ve düşünceleri, onun bir yol ayrımına yaklaştığına işaret eder. Uzun zamandır tek şerit üzerinde fütursuzca sürülen bir arabanın rahatlığını, ivedilikle karar vermek zorunda olan bir şoförün stresi almıştır artık; düşünmek için fazla zaman kalmamıştır.

İşte bu noktada sevimsiz düşler kaplar etrafı, olur olmaz her yerde belirebilirler ansızın. Asla bırakmaz peşini, insan kendinden vazgeçmedikçe. Bir kroşe indirir çeneye, suratına haykırır insanın: “Riyakâr!” diye. Boğuşmaya hazır olmalısın her an, etrafında seni izleyen birileri var. Her adımın, adeta bir katil tarafından izlenmektedir artık; her hareketin, her davranışın tecritte; tek yaşamın ipotek altındadır: İç savaşın başlamıştır…

***

Oldukça kötü bir dönem, yaşadığımız. Bir lokma ekmek için birbirlerini ezmeye hazır bir ton insan… Kamyonlardan, köpeklerin önüne kemik atar gibi, tanıtım ürünleri, ya da başka bir deyişle, hayır sadakaları dağıtılırken yaşanan curcunalardan söz etmiyorum. Birtakım vahşi sömürgecilerin, yedikçe şişen, şiştikçe daha da vahşileşen birer iştaha sahip olan güruhun, evine ekmek götürmesi gereken insanları birbirine düşüren; birbirini kandırması, soyması üzerine kurduğu bu sistem midemi bulandırıyor. Ama öfkem o duvarı aşamıyor, sömürgecilere ulaşamıyor, olsa olsa, fakültelerin civarında, ekmeğini kazanmak için öğrencilere kredi kartı kakalamaya çalışan insanları buluyor… Büyük bir çelişki. Bir insanın onuruyla ekmeğini kazanmasının neredeyse olanaksız hale geldiği sefil bir dünya: Asalakların dünyası… Yaratanlar kadar, yaratılırken ses çıkarmayanlar da suçlu.

Üzücü olansa, tüm bu yaşananların bir şekilde içselleştirilip hazmedilmiş olması. Başka bir deyişle, sırtımızı dayadığımız ılık yastığın uyuşturduğu, yalıtılmış, biat etmeye programlanmış bireyler olup çıkmış olmamız. İnsanoğlunun yurttaki en büyük başarısızlığı bu olsa gerek…

Duyguya değil, algıya ihtiyacımız var. Var olanı olduğu kadar görebilmek bile kâfi. Kişisel belalardan soyutlanmak belki zor, ama olanaksız değil. Son bir haftadır kendimle cebelleşiyorum, içimde sanki biri var, beni öldürmek istediğini sanıyorum. Ama hayır; o beni dönüştürmek istiyor, olmak istediğimi söylediğim kişi olmam için bastırıyor. O, benim; benim kendimle yaptığım savaşım…

Ya düşündüğünü söylemeyi bırakmalı ya söylediğini yapmalı.