Bu resme baktığımda, farklı mücadele sahalarında olmalarına rağmen, dertleri aynı yolda birleşen, cayır cayır yanan memleketlerine merhem olmak uğruna kelle koltukta birer kısa ömür geçirmiş iki gazeteci görüyorum. Onlar her ne olursa olsun önce ‘insan’ kimliklerini öne sürdüler. Mücadele alanları farklıydı ve birbirlerini hiç tanımıyorlardı belki, ama kaderleri bir oldu…
Uğur Mumcu ve Hrant Dink’in mücadele sahalarının farklı olmasının çeşitli nedenleri vardı. İçine doğdukları koşullar, toplumlar vs. gibi nedenlerdi bunlar.
Uğur Mumcu: Haksızlığa Başkaldırının Simgesi
Uğur Mumcu Kırşehir’de doğmuş, Ankara'da hukuk öğrenimi görmüş ve 12 Mart muhtırasının ardından girişilen 'Balyoz Operasyonu' sonucunda, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde asistanlığını yaptığı Prof. Uğur Alacakaptan ile beraber, birçok aydın gibi hapse atılmıştı. Tam olarak neyle suçlandığını onu suçlayanlar bile bilmiyordu. Çoklukla olarak 141. maddeye atıf yapılıyor, sınıf propagandası yaptığı üzerinde duruluyordu. Denizler’in yargılanıp infaz edildiği 146. maddeden de söz ediliyordu. Ama sonuçta onu yargılayanlar durumu ellerine yüzlerine bulaştırmış bir şekilde, çalınan minareye kılıf hazırlamakla meşguldüler. Bir yılı aşkın bir süre tutulduğu cezaevinden çıktıktan sonra apar topar Ağrı’nın Patnos ilçesine ‘sakıncalı piyade’ olarak gönderilmiş ve üniversite mezunu olmasına karşın askerliğini er olarak yapmış, ardından da kısa süren akademik hayatına devam etmemeyi ve gazeteci olmayı seçmişti. Kızmıştı çünkü tüm olanlara, yaşananlara. İşte tüm bu olaylar zinciri, Türkiye basın tarihine çağdaş anlamda araştırmacı gazetecilik kişiliğini kazandıracak adamı yaratacaktı.
Muhalif kimliğini iktidardaki partinin adına göre şekillendiren; yani bugünün muhalifi, yarının olası yandaş gazetecisi olmayacaktı Uğur Mumcu. Çünkü onun sorunu, günümüzdeki sözde muhalif geçinen dalkavuklar gibi salt iktidarlarla değil, işleyen düzenin kendisiyleydi. Kıvrak zekasını ortaya çıkaran yazılarında yüzümüze çarptığı ironiler de bu duruma işaret eder. “Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur” mantığını benimsetmeye çalışan gerçek bir insan hakları savunucusuydu o. Yazının sahiden ‘yazı’ olduğu yıllardı onun en parlak yılları. Hani biri bir yazı yazar, tüm halk sokaklara dökülürdü ya, işte o yıllar: Kalemin kılıçtan keskin olduğunun sözde kalmadığı yıllar. Yolsuzluk, faili meçhuller, devlet içindeki illegal yapılanmalar ve kirli ilişkiler, kaçakçılık… Herkes onun kaleminden, daktilosundan okudu bunları en sağlam delillerle. Ve biliyordu; ortaya çıkardığı ve çıkaracağı her pislik, kendisine kurşun ve bomba olarak geri dönebilirdi. Arkadaşlarına, hocalarına olduğu gibi… Keza birileri tarafından sürekli tehdit ediliyordu. Mumcu’nun yanıtı ise çoktan belliydi: “Korkaklar bin kere, kahramanlar bir kere ölür.” Ama zalimlerin hesap verecek kimsesi yoktu, bu yüzden dediklerini (ya da dedirttiklerini mi demeli?) yaptılar. Çarklarına çomak sokup kendilerini rahatsız eden Mumcu’yu susturdular: 24 Ocak 1993.
Onu tehdit edenler kimdi, neden rahatsız olmuşlardı? Elbette öncelikle, suikastın faillerinden ziyade onların kimler tarafından desteklendikleri ortaya çıkarılmalı. Bomba düzeneğini Mumcu’nun arabasına yerleştirenler değil, o bombanın oraya yerleştirilmesine karar veren irade ortaya çıkarılmalıdır. Suikastı birçok islamcı örgütün aynı anda sahiplenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir mevzudur. Özgür Mumcu’nun, geçtiğimiz günlerde verdiği röportajda söylediği gibi, bu islamcı bir irade olmayabilir. Ama bu dile getirildiği zaman, sözgelimi Uğur Mumcu’ya sahip çıktıklarını söyleyen, politikalarını salt islamcı akımlara karşı konumlandırmış olan birileri rahatsız oluyor. Peki neden? Sahip çıktıkları kişiyi kimlerin öldürdüğünün enine boyuna tartışılması ve araştırılması gerektiğine neden karşı çıkıyorlar? Politikalarına ters düşüyor değil mi? Ya islamcı değillerse diye ödleri mi patlıyor yoksa?
Onlara ihtiyacı yok kimsenin. Uğur Mumcu’yu katledenlerin –islamcı veya değil– açığa çıkmasından yana olan, tek kimliği vicdanı olanlar, gerçek açığa çıkana değin haykıracaklar devlete: “Namus borcunuzu ödeyin artık!”
Bunca yıldır bekliyoruz borcun ödenmesini. Yoksa terzi kendi söküğünü dikemiyor mu?
Hrant Dink: Sağduyu ve Empatinin Sesi
Malatya’da doğan ve yedi yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göçen Hrant, anne ve babasının boşanmasının ardından bir yetimhanede büyür, genç yaşında Sol düşünceyle tanışır. İbrahim Kaypakkaya’nın TKP/ML’siyle birlikte hareket eder. İsmini Fırat olarak değiştirmesinin nedeni de, bir tutuklanma durumunda halkının olayla ilişkilendirilmesini engellemekti. 12 Eylül’ün ardından ezilen ve parçalanan Sol, onu da daha durgun bir yerlere savurmuştu elbette. Eşi Rakel’le birlikte Tuzla’daki kimsesizler yetimhanesini idare etmeye başladı. Bu arada yayıncılık işini sürdürdü, muhtelif gazetelerde yazmaya başladı. Türkiye’deki Ermeni toplumunun sesini duyurabilmek için haftalık Agos gazetesinin kuruculuğunu üstlendi. Yazılarında Ermeni ve Türk halkları arasında bir köprü misyonu üstlendi. Öyle bir memleketti ki yaşadığımız, 21. yüzyılda insanlar hala etnik kimliklerini korumak durumunda kalıyordu. Bir yanda Kürtler, diğer yanda Ermeniler. Hepsine zoraki olarak ‘Türksünüz’ diyordu anayasa. Kimlikleri bastırılıyordu insanların. Hiçbir haksızlığa sessiz kalamayan Hrant da, ‘etnik kimlik’ olgusunu her ne kadar bir ayrıntı olarak görse de, kendi ülkesinde uygulanan baskı politikasına karşı, mensup olduğu halkın kimliğini savunmak durumundaydı. Kendisine yönelik kovuşturma politikası, şovenist linç girişimleri ve provokatif eylemler de bundan sonra başlayacaktı. Cinayete uygun zemin ve kamuoyu yaratma eylemleri…
En sonunda da resmi kurumların bilgisi dahilinde bir yılı aşkın süredir planlanan bir suikast gerçekleştirildi: 19 Ocak 2007.
Hrant Dink… O, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında kalabilen az sayıda Ermeniden yalnızca biriydi. Bir gazeteci, bir demokrasi savaşçısı, bir kanaat önderi. Türk ve Ermeni halklarını yakından bilen ve onları birbirlerinin geçmişlerine saygı duymaya, birbirlerini anlamaya çalışmaları için didinen, bulunmaz bir Hint kumaşıydı. Taksim meydanında “Soykırım vardır!” diye, Paris’in göbeğinde ise “Hayır, soykırım yoktur!” diye bağırmak istediğini söyleyecek kadar asi bir ifade özgürlüğü savunucusuydu. Adının ne olduğunu önemsemeksizin, halkının maruz kaldığı trajediyi dillerine sakız yaparak siyasi rant peşinde koşanlardan midesi bulanan, vicdan sahibi gerçek bir yurtseverdi. O tetiği çeken cahil, acınası çocuğun eline silahı verip Hrant’ı öldürmesi için mantıklı bir sebep olduğuna inanmasını sağlayan karanlık zihniyeti, ellerindeki kanda boğmak olacaktır mücadelemizin bir diğer halkası da.
Yazının başında söylediğim gibi, insanların hayatının gidişatını ve mücadelelerini, doğdukları ve içinde bulundukları koşullar belirler. Uğur Mumcu, 12 Mart faşist cuntasından sonra, Türkiye’ye çağdaş anlamda araştırmacı gazeteciliği, onurlu, ilkeli ve adil durmayı gösteren bir emsal olmuştur. Hrant Dink ise Türkiyeli bir Ermeni gazeteci olarak; ‘ülkem’ demekten gocunmadığı, bilakis aşık olduğu bu topraklar üzerinde yaşayan Türk ve Ermeni halklarının barışına, ülkesinin güzel yarınlarına adamıştır kendini. Ölüm tehditlerine kulak tıkayıp, ülkesini bırakarak rahatça yaşamını sürdürebileceği Avrupa’ya gitmeyi reddetmiştir. Bunu da şöyle açıklamıştı: “…‘Kaynayan cehennemler’i bırakıp, ‘hazır cennetler’e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik.”
***
Birbirlerinin yerinde doğmuş olsaydılar, acaba ne değişirdi? Bana sorarsanız hiçbir şey. Öyle ki, insani duyarlılık olarak aralarında fark barındırmayan iki insandı onlar. Sadece toplumun kendilerine biçtiği görevler farklı kulvarlardaydı. Birbirlerini tanımamışlardı belki, konuşma olanağı bulamamışlardı kuşak farkından dolayı. Olsun. Rakel Dink ve Güldal Mumcu da tanışmadılar belki. Ama Güldal Mumcu geçtiğimiz yıl Akşam’da çıkan röportajında Enver Aysever’in “Rakel Dink’le tanıştınız mı?” sorusunu aynen şöyle yanıtlamıştı: “Hayır. Ama acısını anlıyorum. Bunun için tanışmak, konuşmak gerekmiyor. Yan yana, karşılıklı durmadığınız zamanlarda böyle acıları o kadar iyi anlayabilirsiniz ki... Onun ne hissettiğini, nasıl mücadele vermek, bu ülkeyi terk etmemek arzusunu da çok iyi anlıyorsunuz. Onun hayatı burası; o bir Türk vatandaşı. Uğur öldürüldüğü zaman en çok yadırgadığım; bazı arkadaşlarının bile cenazenin ardından, 'durma bu ülkede, iş ayarlayalım ve başka bir ülkeye git' demeleri oldu. O yüzden o duyguları çok iyi anlıyorum... Neden gitsin Rakel Dink? Bu ülke benim vatanım, onun vatanı, neden gidelim?” (15 Şubat 2009, Pazar)
Geldiğimiz noktada; Hrant Dink ve Uğur Mumcu’nun, farklı kesimler tarafından mitleştirilerek siyasi malzeme edilmeye çalışılmalarına karşı çıkılmalıdır. Bu, onları öldüren iradeye fark etmeden destek vermekten başka bir şeye yaramayacaktır. Emin olun, bunu ikisi de istemezdi.
Uğur Mumcu ve Hrant Dink’i, yurdumuzun aydınlık yarınları adına ellerinden geleni yapan ve bunun sonucunda bedel ödeyen iki yürekli insanı, birbirinden zerre kadar ayırmadan özlem ve saygıyla anıyorum.
2 yorum:
teşekkürler bu güzel yazı için
Keşke diyorum.Keşke onları anlayabilsek.Bu ülkede herkesin değerinin öldükten sonra bilindiği söylenir ya, onların ölümünden sonra da bilinmedi..
Yorum Gönder