29.11.09

Tutku

Kızıl, puslu gecenin altında beyaz bir örtü iniyor penceremde parlayan şehrin üzerine.

Gökyüzünden sonra umutlarımızı da sırtlamaktan yorgun düşmüş binalar, çatılar direnmiyor kara, izlerimizi silmeye gönüllü gibi duruyor yollar ve şehir her an daha sıkı sarılıyor örtüsüne, küçülüyor.

Hep aynı beyazlıkta donarken şehir, hiç olmadığı kadar durmaya yakın sanki şimdi zaman…

Dokunduğu anların ışığını söndürmesine sitem miydi akrep, yoksa akrep deyip adına biz mi ittik onu anları soldurmaya, bilmiyorum.

Her şeyi yutan renge değil de kızıla boyasaydık ve hatta adına gül deseydik yine de ölüme çıkar mıydı tüm benzetmeler, imgeler?

Yoksa ıslak ve pembe gül kokuları gibi evrene dağıldığını mı hayal ederdik yaşanmışlıkların, tüten saatlerden.

İsimler mi giriyor kanımıza?

İsimler mi zincirlere vurup halleri zihnimizde, çarçabuk tüketmeye itiyor bizi duyguları, sevdayı ve acıları.

Ve isimsizliği midir beklentimin, tutkuyu ve aşkı ince bir tül gibi göğsümden sonsuzluğa dalgalandıran rüzgâr.

Hiç dokunmasak da birbirimize, teninin sıcaklığını yanımdaymışsın gibi hissettiren ve dudaklarının tadını dilime dolayan, gözlerimizin seçemeyeceği mesafeler midir?

Sevdanın acemiliğinde aklımdan çıkmandan korkup defalarca tekrarlamam mıdır geceler boyu, adını artık anlamsız örtülere bürüyen?

Bilmiyorum.

Bildiğim, soruların da uzadığı mesafeler kadar, cevapların o nemli karanlıktan çıkmaya niyetinin olmadığı.

Ve zaten önemli değil, çünkü bir oyun bütün bunlar, bir cesaret tohumu sulamak için hepsi.

Asıl sormak istediğim, hiç fark ettin mi ince, şeffaf bir tülün salındığını etrafında.

Hiç fark ettin mi o kısacık, dostça dokunuş anlarında bir tülün tutkuyla alevlendiğini, evreni içe büküp göğsümde tutuşturduğumu, o kısa anda geceden yıldızlar çaldığını gözlerimin, fark ettin mi?

Sitem değil inan, yalnızca tutkuyu sonsuza uzatırken ömrü kısaltan hasrete bir nefes daha katabilmek için.

Bu yorgun gecede tek umut, senin gölgende bir soluk daha alabilmek için.
Çok mu bencilim sevdiğim?

Har şeyi yutan zaman, her şeye rağmen uzayan sevdamıza sızmak için bencilliğe mi eğiyor ruhumu? Haksızlık mı ediyorum?

Gücenme sevdiğim; yoklasa da kuruntular akrebin iğnesinden zaman zaman, hayal sahnesinde alevi canlı tutan sensin, biliyorum.

Sen de sevmiş miydin benim kadar; o kısacık anları pahalı bir ziynet gibi saklamış, karanlık gecelerde çıkarıp vitrinlere, okşamış mıydın defalarca, seyretmiş miydin her şeyi unutarak.

Senin de tüm o huysuzlukların, seni bile şaşırtan ters cevapların, tutkuyla uzayan cümleleri susturmak için zihninin önüne koyduğun kayalar mıydı?

Neden öfkelendiğini birdenbire, neden başka şeyler söylemek isterken kısa, kesik cümlelere esir düştüğünü dudaklarının, neden alevlendiğini ruhunun, anlamış mıydın?
Ben anladım sevgilim.

Neden nefret ettiğimi önceleri senden, hem yanında olmayı isteyip neden hem de dinmez bir kızgınlığa saldığını varlığının beni, anladım.

Sen de örttün mü sevgilim; kendi içinde gördüklerinden ürküp sevginin üzerine yaydın mı korkuları?

Ama en çok merak ettiğim, soğutmaya çalıştığın dokunuşlarına, kısaltmaya uğraştığın cümlelerine rağmen, herkese ve her şeye rağmen içten içe bağırdın mı, ben söyleyemesem de sen anla beni, bir kelime yeter duvarları mı yıkmaya, söyle hadi dedin mi?

Şehri örten karların olacağı gibi yarın sabah, senin de korkuların kısa bir örtü gibi kaldı mı arzuların üzerinde, zaman mesafeler koyduktan sonra aramıza?
Yalnızlığın kıyısında yürürken bir gece, kaldırıp örtüleri, uçurdun mu benden yana hayallerini, itiraf ettin mi kendine?

Bekliyorum sevdiğim…

Eğer bir gün tanrı günahları kollamaktan vazgeçer, düzen yanlıları meşruiyetlerini diğerlerinin yok edilmesine bağlamaktan bıkarsa sevdiğim, uzat elini.

Ya da en iyisi sevgilim, kaldırıp o kısa örtüyü aşkın üzerinden, her şeye ve herkese rağmen tek bir kelime fısılda, yık duvarlarımı.

O ince, alevli tülün bir ucundan tut, çek beni kendine.

Tüm bunları okursan duyacak mısın sana yalvardığımı, susturacak mısın korkuları, yoksa o aldırmazlık oyunundan replikler mi takacak korkular yine dudaklarına?
Bilmiyorum.

Hiç olmadığı kadar ıssız şimdi gece.

Şehre yağan kar silip izleri dondururken zamanı, içime yağan kar daha bir parlatıyor hayalini; üşüyorum.

Ve bekliyorum…

İçini ürperten, teninde karıncalanan o ince tüldür sevgilim.

O, sensin.

27.11.09

'O'na ya da 'Gelecekteki Sevgili'ye Mektup

Aşkım benim;

Bu mektubum sana ne zaman ulaşacak bilmiyorum. Hoş, merak da etmiyorum zaten. Çünkü bu mektubu sana yazan ben değilim; biliyorsun. Keza sana asla "aşkım" diye hitap eden biri olmayacağımı da... Aslında senin yerinde asla şu anda aklımda olan kişi olamayacağını bilerek yazmak ne kadar acıtıyor canımı, bilemezsin. Ve çok dertliyim. Tüm bunların sana saygısızlık etmek olduğunu mu düşünüyorsun? Haklısın. Ama ne yapabilirim ki? Olmasını istediğim kişi asla olamayacak senin yerinde ve takdir edersin ki bunu kabullenmek durumunda olmak benim için çok zor.

Aslında biraz düşündüm de...

Bugüne dek yalnızca iki kız arkadaşımın olması, seçici biri olduğum anlamına geliyor (kibirli ve ukala piçin biri olmadığımı bildiğin için bunu sana belirtmekte beis görmüyorum). Bu da demek ki sen de özel birisin... Bak, dünyanın Age of Empires'taki haritalara benzediği gerçeğiyle yüzleşiyoruz yine. Keşfettikçe aydınlanan haritalar vardı orada, bilirsin (hiç Age of Empires oynayıp oynamadığını bile bilmiyorum, ne biçim çiftiz lan biz?). Keşfetmeden aydınlatmak da mümkündü, ‘Marco Polo’ yazarak. 'Marco Polo'nun gerçek dünyadaki karşılığı ne olabilir o zaman? Yoksa öyle bir karşılık yok mu?

Neden susuyorsun ki? Yoksa?.. Sen, ’o’ olabilir misin?

Yoksa bu mektup şu anda senin elinde mi? Bak, eğer öyleyse söyle artık. Meraklandırma beni. Şaka yapmayı sevmeyen biri olduğumu biliyorsun. Yani gelecekte, o günlerde bileceğini umuyorum. Bak aklıma ne geldi; eğer o isen mektubun devamını okuma. Sürpriz olsun sana söyleyeceklerim. Eğer ki o değilsen, devam et okumaya.

...

Sevgilim, seveceğim kadın;

Seni çok seveceğim, buna hiç şüphe yok. Lakin vakit daralıyor. Ben sevdiğim insanlara gereğinden de çok değer veriyorum; bu da asıl uğraşmam gereken şeyleri aksatmama neden olabiliyor. Sevgi, biz insanoğullarını bazen öyle bir kaptırıyor ki kendine, bu durum onun da değerini düşürüyor. Ama varlığı kendinden menkul sevginin, laf anlatmak ne mümkün ona... Bak, benim uğraşmam gereken cidden çok önemli şeyler var. Sen de sevgilim olacağına göre, ve ben de malın biri olduğuma göre, asla iyi bir şey olmayacak bu. Bu yüzden şimdiden söyleyeyim: Mademki sevgili olacağız, bundan kurtuluş yok, gel inat etme de çok yakma canımı. Ha, ne dersin? Sana o gün geldiğinde her şeyi bir bir anlatacağım ve sen de bunları umarım ki anlayışla karşılayacaksın. Öyle olmazsa eğer, sıçtığımızın resmidir.

Benden şimdilik bu kadar, sevgilim. Sağlıcakla kal.

Seni -zaafı sebebiyle- çok sevecek olan,

Sinan

25.11.09

Çağdaş Kentin Homojen İnsanları

İzmir’de vakti zamanında ikamet ettiğimiz mahallede yaşayan birisini anımsıyorum: Bir kadın. Hakkımızda bildiği tek şey, mahalleye yeni taşınmamız ve Karslı olmamızdı. Ne var ki, edindiği bu malumat bile onun mahallede "Bunlar Kürt, PKK'li bunlar!" gibi işkembeden sallama egzersizleri yaparak, ardımızdan fütursuzca lobi faaliyetleri yürütmesine yetiyordu. O günlerde bu durumu aralarında konuşan annemle anneannemin diyaloglarına kulak misafiri olan küçük bir çocuk olarak düşünürdüm: "Acaba sahiden Kürt olsaydık ne olacaktı?" Korkardım. Herhangi bir ortamda memleket muhabbeti geçtiği zaman nereli olduğumun yanında 'Kürt olmadığımı' belirten bir açıklama ekleme gereği duyardım.

Hayatımın içindeki insanların büyük bir bölümüyle İzmir'de tanıştım ve dünyayı İzmir’de tanımaya başladım. O zamanlarda, yaşarken düşünemediğim fakat şimdi aklıma geldikçe yeniden muhasebe ederek tahlil ettiğim nice olaylar geliyor gözümün önüne. İlköğretimde, toplumun o görünmez baskısından ötürü kendi kendini asimile edip kimliğini bastıran; lisede, prestij ve itibar sağlamak amacıyla Ülkü Ocakları'na katılıp onların değerlerini onlardan çok benimseyerek 'kraldan çok kralcılık' yapma yanılgısına düşen Kürt arkadaşlarım vardı. Aslında tüm bunları, İzmir'e özgü karakteristik bir özellik olan, 'kendisine dahil olanları içinde eritme, kendine benzetme' gibi orijinal bir sosyolojik olguya bağlıyorum. Kalıplaşmış bir duruşunuz yoksa, kent halkının içinde kaybolup 'ortalama bir İzmirli' olursunuz. Bunu size yaptıransa dışlanma korkusuna bağlı olarak girdiğiniz sürü psikolojisidir.

İzmir'in varoşlarında, örneğin Kadifekale gibi semtlerinde yaşayan Güneydoğu kökenli insanların büyük bir kesimi ise, şehrin o 'büyülü toplumsal baskı'sından kendilerini soyutlayarak onunla mücadeleye girmiş; kentin belli semtlerinde bir bütünlük oluşturarak kendilerine özgü bir tutumla direnmektedirler. Toplumdaki kentsoylu, aristokrat kesimler tarafından ikinci sınıf insan muamelesine uğramalarının büyük etkisiyle de toplumdan kopuk yaşayıp illegal işlerle iştigal eden bir güruh olmaya mahkum edilmişlerdir.

İşte, 22 Kasım 2009 günü, on yıllardır bu kıskacın içinde sıkıştırılmış, ve 'pis işler'e yönelmeye zorlanmış, "Ya sev ya terk et" baskısına maruz kalmış bu kesim, dışlandığı toplumdaki insanlarla eşit sosyal ve kültürel haklara sahip olmaya erişme sevincini yaşamaya müstahak görülmedi. Konvoyu oluşturan siyasi parti araçları tahrip edildi, kucağında küçücük çocuğunu taşıyan bir ananın da bulunduğu arabanın camı sopalarla kırıldı... Ve tüm bunları 'demokrat', 'çağdaş', 'ilerici' olarak addedilen; ve fakat uyguladığı çağdaşlık, kız evlatlara verilen serbestlik, kadınlara verilen evde söz sahibi olma gibi sığ şeylerle sınırlı kalan (bunlar asla tek başlarına uygarlık demek değildir, yalnızca tamamlayıcı öğelerdir) İzmir halkı gerçekleştirdi. Bu korkunç eylem aslında yalnızca "Ya rütbeni bilerek yaşarsın ya da sonuçlarına katlanırsın" gibi faşist eğilimler taşıyan bir bilinçaltının kaba kuvvette vücut bularak tezahür etmesidir.

İnsan, bilmediği şeylerden korkar. Oradakiler de, üzücüdür ki, bilmiyorlar bazı şeyleri. İzmir halkının çoğunun zihnine işlemiş olan "Türkiye'yi yalnız İzmir'den ibaret sanma" gibi korkunç bir yanılgı veya bir ön kabul var. Çocukluktan gençliğe geçiş dönemimi orada geçirmiş biri olarak bunu ne yazık ki ben de yaşadım. Ne zaman ki üniversite için İstanbul'a geldim; o zaman anladım ki, Türkiye İzmir'den ibaret değil. Bambaşka bir dünya var İzmir'den gayrı. Şehrin genelinde egemen olan bir baskı var; kendine benzemeyeni, farklı olanı öğüten, eriten bir baskı bu. Yetişkinler çok iyi bilir bunu. Bu bakımdan özellikle şehrin gençlerini çok da suçlayamıyorum bu konuda. Asıl suçlanması gereken; gencecik zihinleri manipüle ederek onlara şiddeti kutsayan fikirleri aşılayıp sistem bekçisi olarak yetiştiren militarist burjuva düzenidir.

Bir açılımdan söz ediliyor son birkaç aydır. Toplumsal anlamda hiçbir altyapısı oluşturulmadan başlanan bir açılım... Siyasi iktidarın tabanının önemli bir bölümü tarafından bile soğuk karşılanan bir açılım... 25 yılı aşkın bir süredir silahtan başka, bir alternatif çözüm üretilmeye gerek görülmemiş; oysaki Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en önemli sorun... Kan ve şiddeti kirli politikalarına malzeme edinmişler tarafından uzun müddet boyunca kaşınmış bir sorun bu. Televizyon, gazete ve internet vasıtasıyla muhtelif manipülasyonlara maruz kalan bir toplumsal yığının parçaları olarak sağduyu sahibi olmamızı gerektiren zamanlarda yaşıyoruz. Hassas olmalı, olayları ince eleyip sık dokumalıyız.


BirGün gazetesinde 3 Aralık 2009 tarihinde yayınlanmıştır.