20.1.10

Dink ve Mumcu: İki Ortak Yazgı

Bu resme baktığımda, farklı mücadele sahalarında olmalarına rağmen, dertleri aynı yolda birleşen, cayır cayır yanan memleketlerine merhem olmak uğruna kelle koltukta birer kısa ömür geçirmiş iki gazeteci görüyorum. Onlar her ne olursa olsun önce ‘insan’ kimliklerini öne sürdüler. Mücadele alanları farklıydı ve birbirlerini hiç tanımıyorlardı belki, ama kaderleri bir oldu…

Uğur Mumcu ve Hrant Dink’in mücadele sahalarının farklı olmasının çeşitli nedenleri vardı. İçine doğdukları koşullar, toplumlar vs. gibi nedenlerdi bunlar.

Uğur Mumcu: Haksızlığa Başkaldırının Simgesi
Uğur Mumcu Kırşehir’de doğmuş, Ankara'da hukuk öğrenimi görmüş ve 12 Mart muhtırasının ardından girişilen 'Balyoz Operasyonu' sonucunda, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde asistanlığını yaptığı Prof. Uğur Alacakaptan ile beraber, birçok aydın gibi hapse atılmıştı. Tam olarak neyle suçlandığını onu suçlayanlar bile bilmiyordu. Çoklukla olarak 141. maddeye atıf yapılıyor, sınıf propagandası yaptığı üzerinde duruluyordu. Denizler’in yargılanıp infaz edildiği 146. maddeden de söz ediliyordu. Ama sonuçta onu yargılayanlar durumu ellerine yüzlerine bulaştırmış bir şekilde, çalınan minareye kılıf hazırlamakla meşguldüler. Bir yılı aşkın bir süre tutulduğu cezaevinden çıktıktan sonra apar topar Ağrı’nın Patnos ilçesine ‘sakıncalı piyade’ olarak gönderilmiş ve üniversite mezunu olmasına karşın askerliğini er olarak yapmış, ardından da kısa süren akademik hayatına devam etmemeyi ve gazeteci olmayı seçmişti. Kızmıştı çünkü tüm olanlara, yaşananlara. İşte tüm bu olaylar zinciri, Türkiye basın tarihine çağdaş anlamda araştırmacı gazetecilik kişiliğini kazandıracak adamı yaratacaktı.

Muhalif kimliğini iktidardaki partinin adına göre şekillendiren; yani bugünün muhalifi, yarının olası yandaş gazetecisi olmayacaktı Uğur Mumcu. Çünkü onun sorunu, günümüzdeki sözde muhalif geçinen dalkavuklar gibi salt iktidarlarla değil, işleyen düzenin kendisiyleydi. Kıvrak zekasını ortaya çıkaran yazılarında yüzümüze çarptığı ironiler de bu duruma işaret eder. “Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur” mantığını benimsetmeye çalışan gerçek bir insan hakları savunucusuydu o. Yazının sahiden ‘yazı’ olduğu yıllardı onun en parlak yılları. Hani biri bir yazı yazar, tüm halk sokaklara dökülürdü ya, işte o yıllar: Kalemin kılıçtan keskin olduğunun sözde kalmadığı yıllar. Yolsuzluk, faili meçhuller, devlet içindeki illegal yapılanmalar ve kirli ilişkiler, kaçakçılık… Herkes onun kaleminden, daktilosundan okudu bunları en sağlam delillerle. Ve biliyordu; ortaya çıkardığı ve çıkaracağı her pislik, kendisine kurşun ve bomba olarak geri dönebilirdi. Arkadaşlarına, hocalarına olduğu gibi… Keza birileri tarafından sürekli tehdit ediliyordu. Mumcu’nun yanıtı ise çoktan belliydi: “Korkaklar bin kere, kahramanlar bir kere ölür.” Ama zalimlerin hesap verecek kimsesi yoktu, bu yüzden dediklerini (ya da dedirttiklerini mi demeli?) yaptılar. Çarklarına çomak sokup kendilerini rahatsız eden Mumcu’yu susturdular: 24 Ocak 1993.

Onu tehdit edenler kimdi, neden rahatsız olmuşlardı? Elbette öncelikle, suikastın faillerinden ziyade onların kimler tarafından desteklendikleri ortaya çıkarılmalı. Bomba düzeneğini Mumcu’nun arabasına yerleştirenler değil, o bombanın oraya yerleştirilmesine karar veren irade ortaya çıkarılmalıdır. Suikastı birçok islamcı örgütün aynı anda sahiplenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir mevzudur. Özgür Mumcu’nun, geçtiğimiz günlerde verdiği röportajda söylediği gibi, bu islamcı bir irade olmayabilir. Ama bu dile getirildiği zaman, sözgelimi Uğur Mumcu’ya sahip çıktıklarını söyleyen, politikalarını salt islamcı akımlara karşı konumlandırmış olan birileri rahatsız oluyor. Peki neden? Sahip çıktıkları kişiyi kimlerin öldürdüğünün enine boyuna tartışılması ve araştırılması gerektiğine neden karşı çıkıyorlar? Politikalarına ters düşüyor değil mi? Ya islamcı değillerse diye ödleri mi patlıyor yoksa?

Onlara ihtiyacı yok kimsenin. Uğur Mumcu’yu katledenlerin –islamcı veya değil– açığa çıkmasından yana olan, tek kimliği vicdanı olanlar, gerçek açığa çıkana değin haykıracaklar devlete: “Namus borcunuzu ödeyin artık!”

Bunca yıldır bekliyoruz borcun ödenmesini. Yoksa terzi kendi söküğünü dikemiyor mu?

Hrant Dink: Sağduyu ve Empatinin Sesi
Malatya’da doğan ve yedi yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göçen Hrant, anne ve babasının boşanmasının ardından bir yetimhanede büyür, genç yaşında Sol düşünceyle tanışır. İbrahim Kaypakkaya’nın TKP/ML’siyle birlikte hareket eder. İsmini Fırat olarak değiştirmesinin nedeni de, bir tutuklanma durumunda halkının olayla ilişkilendirilmesini engellemekti. 12 Eylül’ün ardından ezilen ve parçalanan Sol, onu da daha durgun bir yerlere savurmuştu elbette. Eşi Rakel’le birlikte Tuzla’daki kimsesizler yetimhanesini idare etmeye başladı. Bu arada yayıncılık işini sürdürdü, muhtelif gazetelerde yazmaya başladı. Türkiye’deki Ermeni toplumunun sesini duyurabilmek için haftalık Agos gazetesinin kuruculuğunu üstlendi. Yazılarında Ermeni ve Türk halkları arasında bir köprü misyonu üstlendi. Öyle bir memleketti ki yaşadığımız, 21. yüzyılda insanlar hala etnik kimliklerini korumak durumunda kalıyordu. Bir yanda Kürtler, diğer yanda Ermeniler. Hepsine zoraki olarak ‘Türksünüz’ diyordu anayasa. Kimlikleri bastırılıyordu insanların. Hiçbir haksızlığa sessiz kalamayan Hrant da, ‘etnik kimlik’ olgusunu her ne kadar bir ayrıntı olarak görse de, kendi ülkesinde uygulanan baskı politikasına karşı, mensup olduğu halkın kimliğini savunmak durumundaydı. Kendisine yönelik kovuşturma politikası, şovenist linç girişimleri ve provokatif eylemler de bundan sonra başlayacaktı. Cinayete uygun zemin ve kamuoyu yaratma eylemleri…

En sonunda da resmi kurumların bilgisi dahilinde bir yılı aşkın süredir planlanan bir suikast gerçekleştirildi: 19 Ocak 2007.

Hrant Dink… O, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında kalabilen az sayıda Ermeniden yalnızca biriydi. Bir gazeteci, bir demokrasi savaşçısı, bir kanaat önderi. Türk ve Ermeni halklarını yakından bilen ve onları birbirlerinin geçmişlerine saygı duymaya, birbirlerini anlamaya çalışmaları için didinen, bulunmaz bir Hint kumaşıydı. Taksim meydanında “Soykırım vardır!” diye, Paris’in göbeğinde ise “Hayır, soykırım yoktur!” diye bağırmak istediğini söyleyecek kadar asi bir ifade özgürlüğü savunucusuydu. Adının ne olduğunu önemsemeksizin, halkının maruz kaldığı trajediyi dillerine sakız yaparak siyasi rant peşinde koşanlardan midesi bulanan, vicdan sahibi gerçek bir yurtseverdi. O tetiği çeken cahil, acınası çocuğun eline silahı verip Hrant’ı öldürmesi için mantıklı bir sebep olduğuna inanmasını sağlayan karanlık zihniyeti, ellerindeki kanda boğmak olacaktır mücadelemizin bir diğer halkası da.

Yazının başında söylediğim gibi, insanların hayatının gidişatını ve mücadelelerini, doğdukları ve içinde bulundukları koşullar belirler. Uğur Mumcu, 12 Mart faşist cuntasından sonra, Türkiye’ye çağdaş anlamda araştırmacı gazeteciliği, onurlu, ilkeli ve adil durmayı gösteren bir emsal olmuştur. Hrant Dink ise Türkiyeli bir Ermeni gazeteci olarak; ‘ülkem’ demekten gocunmadığı, bilakis aşık olduğu bu topraklar üzerinde yaşayan Türk ve Ermeni halklarının barışına, ülkesinin güzel yarınlarına adamıştır kendini. Ölüm tehditlerine kulak tıkayıp, ülkesini bırakarak rahatça yaşamını sürdürebileceği Avrupa’ya gitmeyi reddetmiştir. Bunu da şöyle açıklamıştı: “…‘Kaynayan cehennemler’i bırakıp, ‘hazır cennetler’e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik.”

***

Birbirlerinin yerinde doğmuş olsaydılar, acaba ne değişirdi? Bana sorarsanız hiçbir şey. Öyle ki, insani duyarlılık olarak aralarında fark barındırmayan iki insandı onlar. Sadece toplumun kendilerine biçtiği görevler farklı kulvarlardaydı. Birbirlerini tanımamışlardı belki, konuşma olanağı bulamamışlardı kuşak farkından dolayı. Olsun. Rakel Dink ve Güldal Mumcu da tanışmadılar belki. Ama Güldal Mumcu geçtiğimiz yıl Akşam’da çıkan röportajında Enver Aysever’in “Rakel Dink’le tanıştınız mı?” sorusunu aynen şöyle yanıtlamıştı: “Hayır. Ama acısını anlıyorum. Bunun için tanışmak, konuşmak gerekmiyor. Yan yana, karşılıklı durmadığınız zamanlarda böyle acıları o kadar iyi anlayabilirsiniz ki... Onun ne hissettiğini, nasıl mücadele vermek, bu ülkeyi terk etmemek arzusunu da çok iyi anlıyorsunuz. Onun hayatı burası; o bir Türk vatandaşı. Uğur öldürüldüğü zaman en çok yadırgadığım; bazı arkadaşlarının bile cenazenin ardından, 'durma bu ülkede, iş ayarlayalım ve başka bir ülkeye git' demeleri oldu. O yüzden o duyguları çok iyi anlıyorum... Neden gitsin Rakel Dink? Bu ülke benim vatanım, onun vatanı, neden gidelim?” (15 Şubat 2009, Pazar)

Geldiğimiz noktada; Hrant Dink ve Uğur Mumcu’nun, farklı kesimler tarafından mitleştirilerek siyasi malzeme edilmeye çalışılmalarına karşı çıkılmalıdır. Bu, onları öldüren iradeye fark etmeden destek vermekten başka bir şeye yaramayacaktır. Emin olun, bunu ikisi de istemezdi.

Uğur Mumcu ve Hrant Dink’i, yurdumuzun aydınlık yarınları adına ellerinden geleni yapan ve bunun sonucunda bedel ödeyen iki yürekli insanı, birbirinden zerre kadar ayırmadan özlem ve saygıyla anıyorum.

12.1.10

Kırılamayan Döngü

Son dönemde, “Ortadoğu’da barış ve dayanışmanın sağlanması” gibi amaçlarla bölgedeki ülkeler arasındaki vize uygulamalarının yavaş yavaş kaldırılmasına tanık oluyoruz. Bu çerçevede Türkiye de daha önce Suriye, Libya ve Ürdün’le; birkaç gün içinde ise Lübnan’la mutabakata vardı. Başbakan, bu tip her anlaşmanın ilanı sırasında basına verdiği demeçlerde olduğu gibi, yine kendi iktidarları döneminde ülkeler arasında çeşitli alanlardaki işbirliğinin artmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.

Konu ‘Ortadoğu ve barış’ olunca, söz elbette geçtiğimiz yıl bu dönem de olduğu gibi, bugünlerde İsrail’in Gazze’ye yönelik tekrar uygulamaya başladığı şiddet politikasına da uzandı. Başbakan bu konuda, gelmiş olduğu siyasi gelenekten miras olarak devraldığı vicdanî reflekslerine –geçen yıl Davos’ta olduğu gibi– bu yıl da yenilip İsrail’e yönelik, devletin ve hükümetin genel politikasını pek de yansıtmayan söylemlerde bulunarak yine göz boyadı. Erdoğan, füze saldırısına uğramamasına karşın, İsrail’in Gazze’yi bombalamasının bölge barışı açısından üzüntü verici olduğunu söyleyerek yine İsrail’i suçladı, İsrail ise “Bize en son ahlak dersi verecek olanlar Türklerdir.” şeklinde sert bir yanıt verdi.

Hatırlanacağı üzere geçen yılki Davos toplantısında, daha birkaç gün evvel kapalı kapılar ardında İsrail’le yüklü bir silah anlaşmasına imza atmış hükümetin başbakanı, aynı İsrail’in başbakanına Gazze’de uygulanan katliama atıfta bulunarak bir nevi 'ayar vermiş'; ve Ortadoğu’daki mazlum halkların yanı sıra olayların bir bütün olarak ayırdında bulunmayan, ülkemizdeki vicdan sahibi tüm insanların içinin yağlarını eritmişti. Artık Ortadoğu’da –ne politik tavır ne de genel dünya görüşü yönünden– o güne dek aynı karede tahayyül dahi edilemeyecek iki liderin, Erdoğan ve Chavez’in posterleri taşınıyordu. Gazze’de “Onlar burada, Arap erkekleri nerede?” vb. sloganların yazıldığı pankartlarda, katliama sessiz kalan işbirlikçi Arap emirleri hicvediliyordu. İsrail Başbakanı Simon Perez, Davos’ta yaşanan olayın ardından Erdoğan’ı arayıp ‘üzgün olduğunu’ belirtmiş, olay bir şekilde tatlıya bağlanmıştı.

Ancak bu kez aradaki ilişkiler oldukça gerilmiş durumda. Kurtlar Vadisi dizisinin geçen bölümünde İsrail askerlerinin bebek katili olarak gösterilmesine oldukça sinirlenen İsrail Dışişleri’nin, Türkiye’nin Tel Aviv büyükelçisini basın önünde küçük düşürmesi Türkiye adına oldukça utanç vericidir. Türkiye temsilcisinin özellikle daha alçak bir koltuğa oturtulması, aradaki masada yalnızca İsrail bayrağının bulunması ve büyükelçinin tüm bu küçültücü yaklaşımlara karşı, gülümsemekten başka bir tepki verememesi, ABD’nin denetimi altında son dönemde Ortadoğu’daki rolü artan Türkiye’ye, İsrail’den açık ve sert bir mesajdır.

Tabii ülke ve toplum olarak; gerek dünyada yaşanan, gerek ülkemizde yaşadığımız ‘reel’ rezilliklere ancak filmlerde ve dizilerde ‘hayalî’ tepkiler gösterebilerek içimizi rahatlatmaya oldukça alışmış durumdayız. Daha önce de, bilindiği gibi, Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesinin öcü, ‘Kurtlar Vadisi Irak’ filmi aracılığıyla alınmış; ülkenin onuru böylece kurtarılmıştı(!). Elbette en son yaşanan bu talihsiz olayın yanıtını misliyle verecek ‘vatanperver’ senarist ve yapımcılar da bulunur. Şaka bir yana, aslında bu olgu sosyolojik tezlere rahatlıkla konu olabilir, psikolojideki karşılığını da oldukça merak etmekteyim kişisel olarak.

Velhasıl, gelinen noktada, sorunun, yalnızca bölgedeki birtakım rol anlaşmazlıkları ve pürüzlerden kaynaklandığı ortada. AKP, CHP ve MHP arasında haftalık grup toplantılarında her hafta tekerrür eden sığ atışmaların topluma çok önemli mevzular gibi yansıtılması emsali, arada sırada sermaye hizmetkârı muktedir devletler arasında da bu tip pürüzler çıkabilir. Ne ilktir ne de son… İsrail’le yıllardan beri sürdürülen stratejik ittifak ve silah anlaşmaları, Filistin halkının on yıllardır uğrayageldiği zulme karşın neredeyse tüm dünyanın süren suskunluğu… Hepsi bir arada düşünüldüğünde, durumun hiç de göründüğü/gösterildiği gibi olmadığı çıkarımı rahatlıkla yapılabilir. Sonuçta Türkiye kamuoyu kandırılmaya, Gazze halkı katledilmeye devam edilir; aslında yapılanın yalnızca kandan beslenen silah tüccarlarının lojistik olanaklarının genişletilmesi, iki ülke arasında yaşanlarınsa sadece bir rol çatışmasından ibaret olduğu ıskalanır…

Oda, Duvarlar ve Bavul

Havada ıslak bir serinliğin dolaştığı, uyanmakta zorlanan şehrin sakin ve ağır hareketlerle silkindiği gri bir sonbahar sabahı, elimde ancak sonu belirsiz bir seyahatin işareti olarak yorumlanabilecek büyüklükte bir bavulla yola çıktığımı, yürüdüğüm yolun çatallaştığı ilk ayrımda dakikalarca hareketsiz kaldığımı, zihnime hücum eden binlerce anı, korku ve diğer tüm düşüncelerin arasında atacağım adıma yön verecek bir kırıntı arandığımı, bulamadığımı hatırlıyorum.

Daha önce pek çok kararsızlık anında yaptığım gibi gözlerimi kapatıp rüzgârın yönünü kestirmeye çalışmıştım; yokuşu tırmanıyordu ve başka bir yön levhası da görünmüyordu.

Hayatın içinde, kalemi tutan kolu kırılmış tek ayaklı bir pergel gibi döndüğümü hissettiğim birkaç zor ve uzun yılın ardından, ‘pes’, demiştim.

Altımda renksiz bir sayfa gibi uzanan yaşamın, ne kadar çabalasam da hep aynı belirsizlikte kaldığını, hayatta bana dair tek bir çizgi bulamadığımı ve bundan sonra da bulamayacağımı hissettiğim bir eşikten geçmiş, yönsüz bir yolculuğa düşmüştüm.

Zayıftım ve en büyük korkumun kıyısında yalpalıyor; tekrar tırmanamayacağımı düşündüğüm bir yükseklikten düştüğümü hissediyordum.

Gecenin uyuşukluğunu üzerinden atan şehrin her an artan homurtusundan ürktüğümü, daha az insanla karşılaşacağımı hesap edip ara sokaklardan yürümeye gayret ettiğimi, tükenişi sonlandırmak için yalnızlığa sığınabileceğim bir yer aradığımı…

Ve nihayet ucuz bir otel odası.

Tüm hayatımın; çocukluğun sorumsuzluğundan çıkıp yetişkinliğin güvenli sularına ulaşamamış bir tekne gibi çırpındığım yılların; ömrü cümlelerimden kısa kararlarımın; ayağım daha yere değmeden pişman olduğum adımların, kısacası tüm hayatımın olup olacağı buydu işte; küçük, loş bir oda.

Noktada sonsuzu yaşatan engin ruhların hayalini yüklenmişti tekne; demir attığı liman, bir karanlık odaydı.

Bir de duvarlar.

Ezelden ebede dostluk nöbeti tutan, yalnızlara yarenlik eden, kimi zaman nemli ve küflü ama hiç sırt çevirmeyen, belki de yüzleri de sırtları kadar ketum olduğundan çevirmeyen, şaşırmayan ve şaşırtmayan duvarlar.

Yolumuzu hayatla çakıştırıp ruhumuzun sığınabileceği bir köşe yaratamayan bizlere inat, ömrünü iki köşeye varmak için tüketen, çoğu zaman bacaklarımızı karnımıza yapıştıran buhranların diz çöktürdüğü köşeler yaratmak için yaşayan duvarlar.

Odaya girince bavulu bir kenara fırlatmış, çaresizlik, nefret ve kızgınlık kıskacındaki zihnimi daha fazla bastıramayıp ağlamıştım.

Nefesim tekrar düzene girip sakinleştiğimde pencereye yaklaştığımı, kenarından araladığım perdenin arkasından sokağı görmeye çalıştığımı anımsıyorum.

Yaklaştığımı hissettiğim o dönemece girmeden son kez bakmak istiyordum sanki hayatın akışına.

Şimdi buradan baktığımda daha net görüyorum, bir yenilgiyi kabul etmek, çoktan kaybettiğime inandığım bir mücadeleyi geriye hiçbir umut kırıntısı bırakmamak için gömmeye gelmiştim o odaya.

Hayır, intihar edebileceğimi sanmıyordum ama bir canlıdan daha fazlası olmaya da çalışmayacaktım artık.
Islaklık.

Solgun ve kirli örtülerini soğuğun sarmaladığı yataktan tenime geçen ıslaklığı hissedebiliyorum hala.

Üşüdüğümü; titreyip küçülen bedenim direnirken zihnimin yorgun düşmüş askerler gibi teslim olup durduğunu, tüm bunlar olurken tek hissettiğimin ıslaklık olduğunu…
Boşluk.

Elbiselerimin kıvrımlarında dolaşan nemin refakatinde saatlerce gözlerimi diktiğim duvarlar.

Hiçbir şey istemeden, beklemeden ve düşünmeden baktım o karanlık duvarlara, uzun uzun.

Dibe vurduğumu sanmıştım.

Her şey durmuş, hisler silinmişti.

Kurtulmak isteğinin bile anlamsız geldiği saatler süren bir andı sanki boşluk, nefes almaktan öte bir hiçti vücudum.

Elime tutuşturulan birkaç renkle dışına taşırmadan boyamayı beceremediğim ruhumun, beni her defasında parçalara bölen zihnimin ölüm ilanıydı, bir garip cenaze ritüeliydi sanki yaptığım; dizlerimi kıran yükü indireceğimi ummuş olmalıyım kendimden bile gizleyerek.

Ne de olsa çoktan öleni gömmek mezara, bir gün mutlaka bitecek yası başlatmaktır en kötü ihtimalle.

Silkinen aklın ilk adımda düştüğü çukur, hüsrandı.

O küçük, karanlık odadan, nefes almaktan gayrı isteği olmayan bir canlı olarak çıkacağımı, ruhumu ve zihnimi duvarlara emanet ettiğimi, özgür olmasam da en azından yükümü bırakacağımı sanıyordum menzilden önce.

Oysa bilmeliydim uzun süre karanlıkta kalan gözlere olduğu gibi ruha da ne olacağını; tükendiğini sandığı bir eşikten atlayınca alışacağını gözlerin karanlığa, bilmeliydim.

Hep orada olan ama acemiliğin körlüğüne saklananları seçebileceğimi bir zaman sonra, karanlıkta çarptığım katı ve keskin hatların varlığımı doğruladığını bilmeliydim.

Ruhumu çarmıha geren zihnin yorgunluğundan süzülen bir damla ter olduğunu boşluğun, yeterince büyüdüğünde kendi ağırlığına dayanamayıp süzülüp düşeceğini zihnimin ucundan, bilmeliydim.

Göğsümde ağır ve ahşap bir tabela gibi taşıdığım şeyi bedenime tutturan çivi olmadığını aklımın, tabelanın kendisi olduğunu, etime işlediğini ve ruhumu çıkarmadan bedenden, onu da çıkaramayacağımı bilmeliydim.

Bilmeliydim, bilmeliyim; bilmiyorum.

Zayıfım ve hayattan düşmekten korkuyorum.

Her çöküşte bir ihtimali eleyip daha da yakınlaştığımı düşünmem yaşamımı meşru ve kabul edilebilir kılmaya; bir gerçek, bir ilke, bir savunma, bir teselli, bir yalan, bir çöküş…

Hayatın içinde, kalemi tutan kolu kırılmış tek ayaklı bir pergel gibi döndüğümü hissettiğim birkaç uzun ve zor yılın ardından, elimde ancak sonu önemsenmeyen belirsiz bir seyahatin işareti olarak yorumlanabilecek büyüklükte bir bavulla çıkmıştım evden.

Ve hala rüzgârdan başka tabela görmedi gözlerim.

5.1.10

Savaşa Doğru

Anlık düşler görmek o kadar da kötü değil aslında. Her ne kadar aşırı dalgınlık yaşamak sağlık açısından pek hayra alamet bir şey olmasa da, bu tip düşler görmek, kafanın sürekli çalıştığı anlamına gelir. Beni endişelendiren o değil. İnsan hiç kendini boğazlar mı? Ben bunu günde en az on beş kez yapıyorum. Gün içinde en az on beş kez, dalıyorum ve kendimi boğazlarken kendime geliyorum. Tıpkı uçurumdan aşağıya düşerken, tam yere çakılma anında uyanmak gibi. Bu tip rüyaları da azımsanmayacak kadar çok görüyorum.

Cehalet mutluluktur, diye bir söz vardır. Her insan yaşama eşit koşullarda ve benzer ortamlarda başlamıyor, dolayısıyla insanın olağan dışı kavramları düşünmeye başlaması için etkileyici birtakım olaylar gerekiyor. İzlenen bir film, okunan bir kitap (hoş, kitap okumaya karar vermek zaten bu tip düşünmeyi kendiliğinden tetikleyen bir şeydir), tanık olunan sıra dışı bir olay insanın o güne dek tekdüze süregelmiş hayatını değiştirebilen şeylere örnek olabilir. Bu satırların yazarı, dün oldukça farklı düşünüyordu, bugün farklı düşünüyor; ve değişimin doğası gereği, yarın da farklı düşünecek. Nihayetinde bizi biz yapan, ne düşündüğümüz değil; olaylara karşı aldığımız konumlar, takındığımız tutumlardır. Bu bağlamda, herhangi bir konuda dile getirdiğimiz düşünceleri, pratik hayatımızda da uygulayabilmekten geri kalmamalıyız. Kesinkes doğru olduğunu varsaydığı bir düşünceyi dile getirip, yaşamında bunu savunamayan dürüst bir insanın aklını yitirmesi pek uzak bir olasılık sayılmaz. Tabii mevzubahis kişi bu durumun farkına varabiliyorsa. Aynı şekilde, bir fikri savunduğunu söyleyip o yönde bir çaba sarf etmekten aciz, bilinçli kişiler, alenen ikiyüzlülük yapmaktadırlar. İnsan ödemeyi göze aldığı bedeller kadar vardır.

Kişinin kendisiyle çelişen davranış ve düşünceleri, onun bir yol ayrımına yaklaştığına işaret eder. Uzun zamandır tek şerit üzerinde fütursuzca sürülen bir arabanın rahatlığını, ivedilikle karar vermek zorunda olan bir şoförün stresi almıştır artık; düşünmek için fazla zaman kalmamıştır.

İşte bu noktada sevimsiz düşler kaplar etrafı, olur olmaz her yerde belirebilirler ansızın. Asla bırakmaz peşini, insan kendinden vazgeçmedikçe. Bir kroşe indirir çeneye, suratına haykırır insanın: “Riyakâr!” diye. Boğuşmaya hazır olmalısın her an, etrafında seni izleyen birileri var. Her adımın, adeta bir katil tarafından izlenmektedir artık; her hareketin, her davranışın tecritte; tek yaşamın ipotek altındadır: İç savaşın başlamıştır…

***

Oldukça kötü bir dönem, yaşadığımız. Bir lokma ekmek için birbirlerini ezmeye hazır bir ton insan… Kamyonlardan, köpeklerin önüne kemik atar gibi, tanıtım ürünleri, ya da başka bir deyişle, hayır sadakaları dağıtılırken yaşanan curcunalardan söz etmiyorum. Birtakım vahşi sömürgecilerin, yedikçe şişen, şiştikçe daha da vahşileşen birer iştaha sahip olan güruhun, evine ekmek götürmesi gereken insanları birbirine düşüren; birbirini kandırması, soyması üzerine kurduğu bu sistem midemi bulandırıyor. Ama öfkem o duvarı aşamıyor, sömürgecilere ulaşamıyor, olsa olsa, fakültelerin civarında, ekmeğini kazanmak için öğrencilere kredi kartı kakalamaya çalışan insanları buluyor… Büyük bir çelişki. Bir insanın onuruyla ekmeğini kazanmasının neredeyse olanaksız hale geldiği sefil bir dünya: Asalakların dünyası… Yaratanlar kadar, yaratılırken ses çıkarmayanlar da suçlu.

Üzücü olansa, tüm bu yaşananların bir şekilde içselleştirilip hazmedilmiş olması. Başka bir deyişle, sırtımızı dayadığımız ılık yastığın uyuşturduğu, yalıtılmış, biat etmeye programlanmış bireyler olup çıkmış olmamız. İnsanoğlunun yurttaki en büyük başarısızlığı bu olsa gerek…

Duyguya değil, algıya ihtiyacımız var. Var olanı olduğu kadar görebilmek bile kâfi. Kişisel belalardan soyutlanmak belki zor, ama olanaksız değil. Son bir haftadır kendimle cebelleşiyorum, içimde sanki biri var, beni öldürmek istediğini sanıyorum. Ama hayır; o beni dönüştürmek istiyor, olmak istediğimi söylediğim kişi olmam için bastırıyor. O, benim; benim kendimle yaptığım savaşım…

Ya düşündüğünü söylemeyi bırakmalı ya söylediğini yapmalı.