12.1.10

Oda, Duvarlar ve Bavul

Havada ıslak bir serinliğin dolaştığı, uyanmakta zorlanan şehrin sakin ve ağır hareketlerle silkindiği gri bir sonbahar sabahı, elimde ancak sonu belirsiz bir seyahatin işareti olarak yorumlanabilecek büyüklükte bir bavulla yola çıktığımı, yürüdüğüm yolun çatallaştığı ilk ayrımda dakikalarca hareketsiz kaldığımı, zihnime hücum eden binlerce anı, korku ve diğer tüm düşüncelerin arasında atacağım adıma yön verecek bir kırıntı arandığımı, bulamadığımı hatırlıyorum.

Daha önce pek çok kararsızlık anında yaptığım gibi gözlerimi kapatıp rüzgârın yönünü kestirmeye çalışmıştım; yokuşu tırmanıyordu ve başka bir yön levhası da görünmüyordu.

Hayatın içinde, kalemi tutan kolu kırılmış tek ayaklı bir pergel gibi döndüğümü hissettiğim birkaç zor ve uzun yılın ardından, ‘pes’, demiştim.

Altımda renksiz bir sayfa gibi uzanan yaşamın, ne kadar çabalasam da hep aynı belirsizlikte kaldığını, hayatta bana dair tek bir çizgi bulamadığımı ve bundan sonra da bulamayacağımı hissettiğim bir eşikten geçmiş, yönsüz bir yolculuğa düşmüştüm.

Zayıftım ve en büyük korkumun kıyısında yalpalıyor; tekrar tırmanamayacağımı düşündüğüm bir yükseklikten düştüğümü hissediyordum.

Gecenin uyuşukluğunu üzerinden atan şehrin her an artan homurtusundan ürktüğümü, daha az insanla karşılaşacağımı hesap edip ara sokaklardan yürümeye gayret ettiğimi, tükenişi sonlandırmak için yalnızlığa sığınabileceğim bir yer aradığımı…

Ve nihayet ucuz bir otel odası.

Tüm hayatımın; çocukluğun sorumsuzluğundan çıkıp yetişkinliğin güvenli sularına ulaşamamış bir tekne gibi çırpındığım yılların; ömrü cümlelerimden kısa kararlarımın; ayağım daha yere değmeden pişman olduğum adımların, kısacası tüm hayatımın olup olacağı buydu işte; küçük, loş bir oda.

Noktada sonsuzu yaşatan engin ruhların hayalini yüklenmişti tekne; demir attığı liman, bir karanlık odaydı.

Bir de duvarlar.

Ezelden ebede dostluk nöbeti tutan, yalnızlara yarenlik eden, kimi zaman nemli ve küflü ama hiç sırt çevirmeyen, belki de yüzleri de sırtları kadar ketum olduğundan çevirmeyen, şaşırmayan ve şaşırtmayan duvarlar.

Yolumuzu hayatla çakıştırıp ruhumuzun sığınabileceği bir köşe yaratamayan bizlere inat, ömrünü iki köşeye varmak için tüketen, çoğu zaman bacaklarımızı karnımıza yapıştıran buhranların diz çöktürdüğü köşeler yaratmak için yaşayan duvarlar.

Odaya girince bavulu bir kenara fırlatmış, çaresizlik, nefret ve kızgınlık kıskacındaki zihnimi daha fazla bastıramayıp ağlamıştım.

Nefesim tekrar düzene girip sakinleştiğimde pencereye yaklaştığımı, kenarından araladığım perdenin arkasından sokağı görmeye çalıştığımı anımsıyorum.

Yaklaştığımı hissettiğim o dönemece girmeden son kez bakmak istiyordum sanki hayatın akışına.

Şimdi buradan baktığımda daha net görüyorum, bir yenilgiyi kabul etmek, çoktan kaybettiğime inandığım bir mücadeleyi geriye hiçbir umut kırıntısı bırakmamak için gömmeye gelmiştim o odaya.

Hayır, intihar edebileceğimi sanmıyordum ama bir canlıdan daha fazlası olmaya da çalışmayacaktım artık.
Islaklık.

Solgun ve kirli örtülerini soğuğun sarmaladığı yataktan tenime geçen ıslaklığı hissedebiliyorum hala.

Üşüdüğümü; titreyip küçülen bedenim direnirken zihnimin yorgun düşmüş askerler gibi teslim olup durduğunu, tüm bunlar olurken tek hissettiğimin ıslaklık olduğunu…
Boşluk.

Elbiselerimin kıvrımlarında dolaşan nemin refakatinde saatlerce gözlerimi diktiğim duvarlar.

Hiçbir şey istemeden, beklemeden ve düşünmeden baktım o karanlık duvarlara, uzun uzun.

Dibe vurduğumu sanmıştım.

Her şey durmuş, hisler silinmişti.

Kurtulmak isteğinin bile anlamsız geldiği saatler süren bir andı sanki boşluk, nefes almaktan öte bir hiçti vücudum.

Elime tutuşturulan birkaç renkle dışına taşırmadan boyamayı beceremediğim ruhumun, beni her defasında parçalara bölen zihnimin ölüm ilanıydı, bir garip cenaze ritüeliydi sanki yaptığım; dizlerimi kıran yükü indireceğimi ummuş olmalıyım kendimden bile gizleyerek.

Ne de olsa çoktan öleni gömmek mezara, bir gün mutlaka bitecek yası başlatmaktır en kötü ihtimalle.

Silkinen aklın ilk adımda düştüğü çukur, hüsrandı.

O küçük, karanlık odadan, nefes almaktan gayrı isteği olmayan bir canlı olarak çıkacağımı, ruhumu ve zihnimi duvarlara emanet ettiğimi, özgür olmasam da en azından yükümü bırakacağımı sanıyordum menzilden önce.

Oysa bilmeliydim uzun süre karanlıkta kalan gözlere olduğu gibi ruha da ne olacağını; tükendiğini sandığı bir eşikten atlayınca alışacağını gözlerin karanlığa, bilmeliydim.

Hep orada olan ama acemiliğin körlüğüne saklananları seçebileceğimi bir zaman sonra, karanlıkta çarptığım katı ve keskin hatların varlığımı doğruladığını bilmeliydim.

Ruhumu çarmıha geren zihnin yorgunluğundan süzülen bir damla ter olduğunu boşluğun, yeterince büyüdüğünde kendi ağırlığına dayanamayıp süzülüp düşeceğini zihnimin ucundan, bilmeliydim.

Göğsümde ağır ve ahşap bir tabela gibi taşıdığım şeyi bedenime tutturan çivi olmadığını aklımın, tabelanın kendisi olduğunu, etime işlediğini ve ruhumu çıkarmadan bedenden, onu da çıkaramayacağımı bilmeliydim.

Bilmeliydim, bilmeliyim; bilmiyorum.

Zayıfım ve hayattan düşmekten korkuyorum.

Her çöküşte bir ihtimali eleyip daha da yakınlaştığımı düşünmem yaşamımı meşru ve kabul edilebilir kılmaya; bir gerçek, bir ilke, bir savunma, bir teselli, bir yalan, bir çöküş…

Hayatın içinde, kalemi tutan kolu kırılmış tek ayaklı bir pergel gibi döndüğümü hissettiğim birkaç uzun ve zor yılın ardından, elimde ancak sonu önemsenmeyen belirsiz bir seyahatin işareti olarak yorumlanabilecek büyüklükte bir bavulla çıkmıştım evden.

Ve hala rüzgârdan başka tabela görmedi gözlerim.

Hiç yorum yok: