22.7.09

Söğüt ve Kuzgun

Bir gün, olur.

Diğerlerinden farklılaşmayan tonuyla akarken gün, batmayacağını düşündüğünüz ama sizi istediğiniz sahillere götüreceğinden de emin olamadığınız, ruhunuzun direkleri sarsıldığında su alan geminizin güvertesinden seyrettiğiniz sisin içinde, bir karaltı belirip kaybolur, bir başka renk vurur günün kıyılarına, titrersiniz.

Telefonunuza düşen kısa bir mesaj, kıvrımlarında özlemi, mahcubiyeti ya da belki nefreti sancılayan karmaşık bir el yazısıyla yazılmış sade bir not, karanlık bir kapı aralar geçmişe, günün rengi değişir.

Ucuna taş bağlanıp hafızanın derinlerine itilen binlerce ayrıntı ağırlıklarından kurtulup yüzeye çıkar.

Önce hep küçük ve önemsiz ayrıntılar, onu son gördüğünüzde yaptığı bir el hareketi, mimik ya da elbisesinde görüp de nedense gözünüzü alamadığınız bir iplik, bir kırışık…

Sonra da hayatta hep diğer yolu seçmenize neden olan, karanlık bir el gibi zihninizin raflarında dolaşan ihanetler, cümleler ve vazgeçişler gösterir yüzünü tek tek.

Siz daha ne olduğunu anlamadan irili ufaklı pek çok parça bir araya gelir, belki kendinize rağmen unutmamak için direndiğiniz, belki de artık unuttuğunuzun bile farkında olmayacak kadar silindiğini sandığınız bir sima, başka hatıraları da peşine takarak zihninize hücum eder.

Göğsünüzde oturan kara bir lekenin kanatlarını açıp palazlandığını, boğazınıza doğru tırmandığını hisseder, telaşlanırsınız.

Geçmiş zamanın yüzlerinden biri silkelediğinde uykusunu eteklerinden, pek çoğunu ilk kez tadacağınız duyguların birbirine girdiği karmaşık bir yumağın ucundan tutmuşsunuz demektir.

Genzinizi yakan karanlığı dindirmenin tek yolu, tuttuğunuz iplikten başlayarak sonuna kadar gitmektir ve zaten karşı da koyamazsınız yumağın içindekileri görme arzusuna.
Geçmiş uyanır, gün susar.

Eski sandıkları açtığınızda uçuşmaya başlayan tozlar günün üzerine serilir, renkler solar.
Düşüncelerinizi çelecek kadar parlayan tek şey bir çift mahmur göz olur, sizi kendine çeker.

Her gün defalarca yürüdüğüm ve artık her köşesini ezberlediğimi sandığım düz bir patikanın ortasında aniden beliren bir kara deliği çağrıştırır bana geçmiş.

Bir telefon mesajının, karmaşık bir el yazısının, belki de bir isim benzerliğinin tetiklediği, görünürde hiçbir özelliği olmayan sıradan günlerin içine serpiştirilmiş, çekim kuvvetine karşı koyamayacağınız bir kara delik.

Ve o kara delik ki, hayatınızdan uzun zaman önce çıkmış olan insanların, onları son gördüğünüzde nasılsalar hala öyle oldukları, hiç yaşlanmadan uyudukları bir mezarlığa açılır.

Hiçbir mezar taşının üzerinde ölüm tarihinin yazmadığı, doğum tarihlerinin hemen ardından gelen o düz çizginin bir boşlukla son bulduğu tekinsiz topraklar uzanır ayaklarınızın altında.

O düz çizginin açıldığı boşluk, bazen umutla bazen de kaygıyla beklenendir.
O boşluk, gelme ihtimalidir çıkıp gidenlerin.

Hayatın değil ama sizin yitirdiğiniz insanların yattığı o mezarlıkta, bastığınız toprağın kaynadığını, sabırsızca kımıldadığını fark edersiniz.

Telefondaki bir ses ya da bir tesadüf, eline geçirdiği kürekle içinize dalar, kara bir toprağın koynunda hiç bozulmadan yatan bir bedeni çıkarıp kollarınıza bırakır.

Kimdir bu uyanan, adı neydi?
Yağmurda yürümeyi sever, duymak istediğiniz cümleleri yarıda kesip sizi çıldırtır, kara bir fırında kızdırdığı kelimeleri üzerinizde gezdirmekten hoşlanır, gelgitleriyle içinizi aşındırır mıydı?

Yoksa bacaklarınızı karnınıza çekip küçülmek istediğinizde, her şeyin ve herkesin uzağına düştüğünüzü hissettiğinizde, başkalarının hayatla kurduğu o sağlam köprüyü asla kuramayacağınıza inandığınız bir eşikte üzerinize eğilir, tek bir dokunuş ve küçük bir tebessümle dağıtır mıydı gözlerinize inen sisi?

Ne renkti saçları ve kim, neden çıkarmıştı diğerini hayatından?

Çıkıp gelme ihtimalinin varlığını düşündüğünüz gecelerde hangi duygu örtüleri kaldırıp koynunuza girerdi?
Endişe mi sağardı ihtimaller, umut mu?
Kaygı yağmurunda mı ıslanırdı ihtimaller, umut mu sızardı yoksa paçalarından?
Yazık ki en çok ıslatan ihtimalleri, kaygı oluyor.

Yıllar sonra bir tesadüf hazzetmediğiniz birini kaldırırsa mezarından, sizden daha iyi bir yaşam sürüyor olma ihtimali başınızı çevirir miydi başka tarafa?
Görmezden gelir miydiniz onu?

Sizin de karanlık kuytularınızda bir hesabınız, bir gün karşısına çıkıp sahip olduğunuz şeyleri göstererek canını acıtmak istediğiniz birileri var mı?
Çetelesini tutuyor musunuz onların?

İnsan kendisi yaptığı için mi başkalarının da aynı hesabı kurduğunu düşünüp çevirir başını eski tanıdıklarından?
Lekeli olan aslında, gözlerimiz mi?
Bu yüzden mi sabıkalı eski ve yeni tüm yüzler?

Anlaşılmaz ve affedilmez bir planı var tanrının; demir parmaklıklar ardına gönderdiğimiz her suçlunun azmettiricisi yine kendimiz çıkıyoruz.
Hayatımızdaki tüm sabıkalıları zindanlara doldurmamıza rağmen canımızı acıtanların sayısının azalmaması yargıcın sabıkasından olmalı; kendimizi mahkûm etmeye yanaşmıyoruz.

Yine de o mezarlıkta yatan masum birleri de olmalı ki, bir filmin ya da bir dizenin kalkanlarımızı indirdiği anlarda üzerimize eğilen, yıldızların gözlerini iri iri açtığı bulutsuz gecelerde koynumuza giren bir umut var.

Soğuk mermerlerine kuzgunların tünediği zindanların uzağında, ufukta sancılanıp kızaran güneşin altında yaprakları eflatun bir rüzgârla titreşen genç bir söğüdün dibinde, uyanması için inandığınız ve inanmadığınız tanrılara yakardığınız biri yatıyor mu sizin de mezarlığınızın bir köşesinde?

Siz de günün renklerini tozlar altında soldurup sık sık, davet ettiğiniz bir kara delikten o mezralığa fırlatıyor musunuz aklınızı ve ruhunuzu, sırf üzerine dökülen yaprakların çizgilerinde oynaşan hayalleri toplamak için?

Onun uykusu üzerinde batan her güneşle birlikte sizin de hayatınızdan bir ışık eksiliyor, söğüdünüzün ince dalları herkese ve her şeye diz çöküp yakararak toprağa yüz sürüyor mu?

Uykusunda sizi sayıklasa bir an ve kulağınız çınlasa, çekiyor mu kara lekeli kanatlarını gözlerinizden kuzgunlar.

Kaç söğüt, kaç kuzgun, düz bir çizginin ucundan boşluğa yuvarlanan kaç yaşam yitirdiniz?
Tanrım, ne çok insan düştü hayat ipimden?

Yanlarında geçmişin izlerini ve geleceğin düşlerini kapı dışarı ettiğim, tek bir cümleleri havada kalmasın diye çırpındığım, geri dönmemek üzere çıkıp gittiklerinde bir gün hayatımdan, bin yıldır yanan bir meşaleyi söndürür gibi varlığımı anlamsızlığa yuvarlayan ne çok insan kaybettim.

Benden başkasının yaşamadığı kara bir gezegenin yörüngesine giren kuyruklu yıldızlar ya da meteorlar gibi semalarımda süzülen, tek bir parıltısını kaçırmamak için gözlerimi alevinden sakınmadığım, üzerime saçılan yanık kokulu yıldız tozlarını, sözlerini ve bakışlarını kutsal bir hazine gibi hafızamın kilitli sandukalarında muhafaza ettiğim, ışıkları sönüp bilmediğim bir karanlığa yollandıklarında bir gün, yaslarını tutmak için gözlerimi herkese ve her şeye kapadığım uzunca bir süre, ne çok insan yitirdim.

Göğsümden sonsuza uzanan kara toprağa dikili soğuk mermerler üzerinde, düz bir çizginin ucunda ne çok boşluk biriktirdim.

Göğsümde, günbatımında yaprakları eflatun bir alevle tutuşan narin bir söğüt salınır, kuzgunlar öter, her gece soyunup örtülerinden kaygı ve umut, sırayla koynuma girer.

Nice söğüt, nice kuzgun, düz bir çizginin ucundan boşluğa yuvarlanan nice yaşam yitirdik.
Tanrım, ne çok insan düştü hayat ipimizden?

16.7.09

Acı Biber ya da Sıçtık

Yazmaya başlamakta değil mesele; yazıyı bitirdikten sonra “ben bunu niçin yazdım?” sorusunu yanıtlamakta. Bu sorunun doğru cevabını asla veremedim kendime sanırım. İçimdekilerin yalnızca yüzde beşini aktarabilsem, sen de bunun yalnızca birlik kısmını alsan, herhalde yapacağın ilk iş en yakın camdan aşağı atlayıp ömrüne son vermek olur. Yabancılaşırsın kendine çünkü. Tanıyamazsın. Ya da tam tersi: Gerçek ‘sen’le tanışırsın ve bu da mideni bulandırır.

Yazıyorum. Egomu tatmin etmekten başka bir şeye yaramayacağını bile bile hem de. Amatörce. Yazının altındaki boşlukları siz yazıseverler doldurun, yorumlayın, beni övün, bana sövün, bolca selam yollayın diye… Sonunun bombok olduğunu bildiğim bir yola çıkmak gibi; kahrolası, iğrenç insanî reflekslerime yenilip her defasında yazıp bunu da paylaşmak birileriyle… Ben birilerine söveceğim, sen beni şakşaklayacaksın. Ben birilerini öveceğim, sen iç çekip böbürleneceksin. Bir alışkanlık bu belki. Bir kaçış. Veyahut bir deneme. Lakin her seferinde dank edecek kafama, tüm bunların hiçbir boka yaramadığı.

Kafamdaki sözcükleri rastgele savuracağım, yarım yamalak ama birbiriyle alakası olduğunu bildiğim kavramları düzeceğim peşi sıra… Tarifi anlamsız bir dünya yaratacağım zihninde, seninle oynayacağım. “Acaba?” diyeceksin bir an. Ama yalnızca bir an… Sonra yine döneceksin sürdürmeye alıştığın o tasasız hayatına. Masal bitti zira.

Ben Aziz Nesin diyeceğim, sen Sabahattin Âli; o Yaşar Kemal diyecek, ben Vedat Türkali… İsimler konuşacak, isimler konuşulacak. Fakat gün gelmeyecek ki mitlerin değil de ‘eylem’lerin konuşulduğu… Konuşulduğu gün gelse, eylendiği gün gelmeyecek. Biliyorum. Hepimiz yapıştık o koltuğa çünkü. Yatılacak rahat bir yatak, karın doyuracak bir kahvaltı, bira-kuru yemiş alacak bir kâğıt parçası, düğüne giyilecek bir takım elbise, kumsalda takılacak bir güneş gözlüğü, kız ayartma işlevini gören bir araba… Bunların yarısına sahip olup da o popoyu kaldırıp haksızlığa, yanlışlığa, abesliğe, çürümüşlüğe, yozlaşmışlığa baş kaldıracak insanların devri geçti zira… Geriye kalanlarsa ya belleklerini yitirdiler ya dermanlarını…

Gırtlağımı yırtarcasına haykırsam duyabilir misin beni? Kafamı duvarlarda parçalasam titrer mi oynatmak için ne beklediğin bilinmez o gövden? Köhnemiş, sözümona ahlâkı kendinden menkul kültürünün pisliğine göz açıp onu lanetlemeye yeter mi camın ardından sarf ettiğim çabalarım?

Güleceksin bana bıyıkaltından.

Aynaya bakmaya cesaretin kalmayacak bir gün. Üstündeki o marka gömleği yırtıp parçalamak paklayamayacak seni. İki sokak arkadakilerin yoksulluğundan beslenen gayrımeşru zenginliğin, "azıcık aşım dertsiz başım" diyen ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ mantığın boğacak seni, yarattığın o bok çukurunda.

Gelmeyecek o gün… Gelemeyecek. Biliyorum. Ya yalnızca kendimi yok edecek bu tarifi olanaksız, fokur fokur kaynayan öfke, ya da tüm pisliğinizi toptan süpürüp kana bulayacak dört bir yanı.

12.7.09

Tanrı Üşümüş Olmalı

Tanrıyı terk ettiğim günü hatırlıyorum.
Hava soğuktu.

Ne zaman bir çağrışım tetiğini çekse cevapladığımı sandığım ama aslında üstünü örttüğüm soruların tanrıya dair, bir tünele girdiğimi hissederim ben.

Zihnimi kamaştıran metalik gıcırtılar eşliğinde bir vagon kalkıp içimde bir yerden, parlak neon ışıklarının karanlığı kovaladığı, aydınlık kavislerin kara köşelerce yutulduğu, uzun, dar ve yüksek tavanlı bir tünele dalar.

Tünel uzadıkça vagon sarsılır; her sarsıntıda bir soru uyanıp uykusundan, geniş kanatlarını açarak zihnimin çeperlerini zorlar.

Bu yolculukta ilk dönemeç çocukluğuma kıvrılır daima; katıksız inancın özgürlüğünden soruların esaretine fırlatılan zihnimin oturduğu ilk mancınık, ilk soru, eski bir defterin kapağından seslenir.
‘İnsan nasıl inanmayabilir tanrıya?’

Henüz yedi yaşında olmalıyım, ilk sayfalarında Ali’nin ata baktığı defterin sonunda tanrıya çevirirken yüzümü. Pek çok defter tükettim o zamandan beri ve eski sorular huzursuz uykulara daldı.
Defterler kapandı, gerisi sessizlik.

Tünelde ikinci durak gençliktir her zaman; masum şaşkınlığın hesaplı bir kızgınlığa evirildiği yıllar akar zihnime.

Tanrı, esir düşmüştür.

Zihnim kadar karmaşık bir defterin arka kapağının iç kısmında, iki ucu birbirine geçmiş bir dairedir tanrının yürüdüğü yol; çıkışı ve bir sonu yoktur. ‘Tanrı, iyi olmaya çalışılan bir ömürle satın alınabilecek kadar küçük mü, yoksa kuralsız bir ömrü affedebilecek kadar büyük müdür?’
Soru cevaptır, tanrı çaresiz.

Ne çok şey istemiş, ne kadar çok kızmış ve ne çok şeyle itham etmiştim.
Defalarca şantaj yapmış hatta rüşvet bile teklif etmiştim gecenin ihtimalleri silip süpürdüğü karanlık uçlarında.

Ama olmazdı, yetmezdi.
Tanrı hep susardı ya da o başka bir dilden konuşurdu da ben duyamaz, anlayamazdım.

Kim bilir, belki de ilk elden vermeliydim rüşveti. Önce olmayı vaat ettiğim kişi olmalı sonra istemeliydim tüm o absürd şeyleri; ne de olsa dileğimi yerine getirdikten sonra vaat ettiğim rüşveti vereceğim kesin değildi.
Onca günah ve sevabı hesaplayan tanrı ticarette ustalaşmış olmalı artık, rüşvetin sonradan verildiği bu alış-verişe razı olmadı hiç.

O sustu, ben gerildim.

İnsanlar sağırdı ve sanki tanrı dilsiz; gece kuşlarının kanadında gökyüzüne uçurduğum nameler, hep cevapsız kalırdı.

Üçüncü durağın vaktidir artık; sahnede, tenini sonbahar rüzgârlarının okşadığı eski bir park kurulmalıdır.

Tanrıyı terk ettiğim günü hatırlıyorum.
Hava serindi.

Sessizdi şehir; sokakların dudaklarına gri bir sonbahar sakinliği çökmüştü.

Hemen her zaman yaptığım gibi kalabalıktan kaçmış, yeşil bir kubbenin altında dua ediyormuş hissiyle yürüdüğüm şehrin arka sokaklarını ziyaret etmiş, sonunda da hep yaptığım gibi, etrafını bir sessizlik duvarının çevrelediği parkta, boyası dökülmüş bir bankın kenarına oturmuştum.

Tanrıyla kendi bildiğim yollardan iletişim kurmak için defalarca sığındığım o parka, o gün bambaşka bir niyetle gittiğimi anımsıyorum.

Kırgın, kızgın ve kıyısındaydım yaşamın.
Hissettiğim, kandırılmışlıktı.

Binlerce sayfanın refakat ettiği, toplumun ve kitapların söyledikleriyle içimde sızlayanı uzlaştırmaya çalıştığım, hırpalandığım ve bıkıp usanmadan göğsümü deştiğim bir sürecin ardından hissettiğim; boşluk.

İçimde yükselen sesin dışarıdaki gürültüye sancılı ve kısa cümlelerle direndiği, gönlümde tüten ateşe ters düşen aklımın ruhumu çarmıha gerdiği bir defterdi geçmiş; son sayfası bir bankın üzerinde yazılıyordu.

Defter kapanıyordu ve yedi yaşında sorduğum cevapsız bir sorudan daha fazlası değildi hala tanrı.
Hissettiğim, kandırılmışlıktı.

Uzunca bir süre, hava kararacak kadar, ani bir fikir patlamasıyla tüm soruları çürüterek son umudun elinden tutmasına fırsat vermeye yetecek kadar tanrıya, uzunca bir süre bekledim.
O, sustu.

Sonunda yavaşça ayağa kalktığımı, ben kalkarken inancın o bankın üzerinde kaldığını hissettiğimi hatırlıyorum.

Bir de parktan çıkarken bile yavaşlattığımı adımlarımı, arkama dönüp dönüp baktığımı, o bankın üzerinde ve hemen karşısında duran, artık tüm dallarının hatlarını ezberlediğim ağacın ayrıntılarında bir işaret arandığımı, bulamadığımı…
Ve ‘hoşça kal’ dediğimi.

Şimdi düşünüyorum da ne kadar komik; zihnimden ve ruhumdan ayrı olduğunu ve terk edebileceğimi onu tek bir kelimeyle, çıkarabileceğimi sanmam hayatımdan ne kadar da komik geliyor.

Tanrıyı terk ettiğimi sandığım günün gecesi, üzerimde kısa bir pantolonla fısıldıyor olmam geceye, duyması için yalvarmam terk ettiğime, ne kadar komik.

Ve dördüncü durak; yüzünde kurnaz bir gülümseme ve elinde içi soru dolu bir bavulla tanrının beni beklediği, o son durağı tünelin.

Yoksa tanrı anlayışlı bir ebeveyn gibi, bedenlerimizden çok önce ruhlarımızı karşısına alıp dünyaya gelmek isteyip istemediğimizi sordu da, biz mi hatırlamıyoruz?
Sakın tüm o sitemlerimiz, kızgınlıklarımız ve sessiz gecelerde yatağımızın içinde iki büklüm, karanlık köşelere attığımız ‘neden’ soruları…

Boşuna mı günahını aldık tanrının?

Cevap ne olursa olsun bana öyle geliyor ki, hiçbirimiz kızgın değiliz ona, en azından bir bedene sızdığı için ruhumuz.

Kızgınlığımız daha ziyade başkalarına verdiğine inandığımız şeyleri bizden esirgediğini düşünmemizden; üvey evlat gibi hissettiğimizden.
Kızgınlığımız, dokunduğumuz her şeye sirayet eden kükürt kokulu memnuniyetsizliğimizden, uzanamadığımız her şey için bir yara açıp tenimizde, içine bir zaaf doğurduğumuzdan.

Kızgınlığımız; zayıflığımızdan.

Belki de en başından elimizde bir reçeteyle doğduğumuza inanarak yapıyoruz hatayı.

Binlerce yıllık kitaplar, sözler ve hikâyeler doğan her bebekte sıfırlanıyor, hükümsüzleşiyor yeniden yorumlanıp kurulmak için.
Her seferinde başa dönüyor yaşam, her bebekte sıfırlanıyor sayaç.

Tanrı hiçbir zaman düşündüğümüzden ve istediğimizden daha fazlası olamıyor belki.
Belki de hiçbiri değil bunların, belki yine aldanıyoruz.

Tek bildiğim; insanlar sağırdı ve sanki tanrı dilsiz; gece kuşlarının kanadında gökyüzüne uçurduğum nameler hep cevapsız kalırdı.

Tünelden çıkıyorum, hava serin.
Üşümüş olmalı tanrı, titriyor içim.

11.7.09

Hepimiz Suçluyuz...

Dünyanın her bir yanında birbirinden farklı düşünen insanların kutuplaşmasını körükleyen medya organları var ve bu medya organlarının attığı oltalara -her ne kadar farkında olamasak da- hepimiz bir anlamda takılıyoruz. Hakkında konuşulan, yazılan, fikir belirtilen bir olayda, çizilmiş mevcut kutuplaşma senaryosunun dışına çıkıp ezberbozan bir ortam yaratamıyoruz maalesef.

Dünyada her an bir yerlerde birileri haksızlığa, fiziksel ve/veya psikolojik şiddete maruz bırakılıyor ve saire... Fakat gördüğüm odur ki, hepimiz egemen medyanın yayınlamayı seçtiği kadar bunlardan haberdar olup ona göre konuşuyoruz. Irak'ta her gün masum insanlar intihar saldırıları sonucu öldürülüyor. 2003'ten bu yana 1.5 milyon insan... Son üç-dört yılda sıcak savaşın durulmasıyla birlikte televizyonlarda her gün gördüğümüz "Irak'ta intihar saldırısı: 7 sünni, 11 şii öldü." vb. haberleri ise tepkisizce karşılar olduk. Şu an gündemde Uygur kıyımı var. Katledilen insanların etnik/dinî kimliklerine göre sahiplenilmesine alıştığımız için, bu dramı da milliyetçi kesimin en başta sahiplenmesine şaşmamak gerek. Tıpkı İsrail'in geçen kış Filistin halkına uyguladığı katliamı da başta islamcı kesimin sahipleniyor görünmesine şaşmadığımız gibi. Çin Halk Cumhuriyeti devletinin kendi içindeki azınlıklara karşı güttüğü baskı ve şiddet politikası yeni değil. 1949'da işgaline girişilen Tibet bölgesinde Dalai Lama'nın önderliğindeki on binlerce masum Tibetli'yi katleden yine Çin devletiydi.

Yalnızca egemen medyanın gündeme taşımayı seçtiği olaylara göre yürüttüğümüz bir tartışmalar silsilesi ve buna bağlı olarak itildiğimiz kutuplaşmalar var. Geçen kış İsrail'in Filistin'e karşı uyguladığı kıyım sürecinde öldürülenleri salt 'müslüman' olmaları sebebiyle sahiplenen ve bunu da bir anlamda Yahudi düşmalıklarını meşru zemine taşımak için kullanan kesimin iki yüzlülüğüyle, Çin'in şu anda uygulayageldiği katliamı 'Kızıl Çin'in vahşeti' temalı haberleriyle sosyalizm aleyhtarı propaganda yapmak için kullanan kesim arasında bir fark göremiyorum. Hoş, Çin'in ne kadar sosyalist olduğu da ayrı bir konu. Vakti zamanında Che Guevara'nın Libya'da yaptığı bir konuşmasındaki "Sovyetler Birliği'nin emperyalizm açısından ABD'den hiçbir farkı yoktur" tümcesini aslında bugün Çin için kullanmak pek de abes kaçmayacaktır. Çetin Altan'ın da ilgili güzel bir sözü vardır: "Sosyalistler yalan söylemez, fakat bazı yalancılar sosyalist olduklarını söyleyebilirler."

19 Ocak 2007'de Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından, gerçek sosyalistler sokaklara dökülüp bir insanın sırf Ermeni olduğu için öldürülmesine tepki göstermişlerdi. İki buçuk yıldır da bu tepkilerini sürdürerek bu davanın her safhasında Hrant'ın ailesinin ve dostlarının yanında oldular, "Hepimiz Hrant'ız, Ermeni'yiz" diyerek katillere ve onlara arka çıkanlara "Haydi bizi de vurun" mesajı verdiler. Bugün Sincan'daki katliamı sahiplendiğini söyleyip "Hrantçılar, şimdi neredesiniz?" diyen demagoglar, zamanında Hrant'ın ardından onu ve arkadaşlarını aşağılamaya çalışan, katilleri öven türküyü çığıranların sırtını sıvazlayanlardı. Eğer 'Hrantçılar' dediğiniz kesim şimdi "Hepimiz Uygur'uz, hepimiz Türk'üz" demekten çekiniyorsa, bunda kendi payınızı biraz düşünmelisiniz.

Başlarda da söz ettiğim gibi, egemen medyanın güdümündeki gündemlere takılıp kalıyoruz. Peki bu durumu nasıl aşabiliriz? Kişisel fikrim, mümkün olduğunca televizyondan uzak durmak ve alternatif medyanın olanaklarından yararlanmak yönünde. Televizyonda bir absürtlük var. Sözgelimi şu anda Star TV'de İbo Show'u izleyip İbrahim Tatlıses'in Kürtçe şarkısını dinliyorsunuz, fakat bir saat önce aynı kanalın ana haber bülteninde dağlarda PKK'lilere 'ölüm kusan' Bordo Bereliler'in tanıtım filmini izlemiştiniz. Ahmet Kaya, on yıl önce, sonraki albümünde Kürtçe şarkı söylemek istediğini söylediğinde aldığı tepkiyi anımsıyor musunuz?

* Ortak hedef: İsrail'i protesto etmek. Ve fakat solcularla islamcılar bunu bir arada gerçekleştiremiyor.
* Ortak hedef: Çin'i protesto etmek. Ve fakat solcular, milliyetçilerle aynı safta olmaya çekiniyor.

Hepimiz bir anlamda suçluyuz; zira dünyanın herhangi bir noktasında zulme maruz kalan insanları, medyanın göz önüne getirdiği ölçüde düşünüyoruz.
Hepimiz bir anlamda suçluyuz; zira insanları salt etnik/dinî kimliklerine, siyasi görüşlerine göre sahipleniyoruz.

Göremediğimiz bir gerçek var: Aslında hepimiz mağduruz...

4.7.09

Kafamdaki Fısıltılar

-Ukde-

“Koca bir tarihe tanıklık etmiş, tozlu ama bir o kadar da mağrur edasıyla önümde dikilen raflardaki onlarca eski kitaptan birini daha seçip okumak üzere yönelmiştim yine kanepeye…”

Hep bu tarz tümcelerle başlayabileceğim yazılar yazmanın hayalini kurmuşumdur. Temizlik hastası bir anneye sahip olmanın en kötü yanı bu olsa gerek: Ayrı eve çıkana kadar raflar asla ‘tozlu’ olmaz. Tozsuz mozsuzlar ama, odamdaki rafları seviyorum yine de. Onlara baktım bugün belli bir süre. Bir sürü kitap var. Dili yok. Canı yok. Lakin hissedebiliyorum. “Ulan artık oku beni be!” demek ister gibi bakıyor her biri bana, sessizce. Ne zamandır duruyorlar orada. Arada sırada şanslı birini seçip okuyorum. Hepsi can atıyor seçilip okunmak için, sezebiliyorum. Ortam değişikliğini kitaplar da gereksinebiliyorlar demek ki.

Şu an onların sıkıntısını düşünebilecek halde değilim ne yazık ki. Bir boşluktayım ve rüzgar nereye eserse oraya doğru savruluyorum. Oysa Montaigne değil miydi “Gideceği limanı bilmeyene, hiçbir rüzgardan hayır gelmez” diyen? Aklımı kurcalayan şeyler birbirinden o kadar bağımsız ve zıt kavramlar ki, bu durum zihnimi belli bir meseleye odaklamamı engelliyor. Ergenlik bunalımlarını çoktan aşmış olmam gerekirdi halbuki.

-Muhasebe-

Her şeyi erteleyip bunun adına da ‘hayat felsefesi’ diyorsanız, ‘vicdanî otuzbir’ çekiyorsunuz, benden söylemesi. Bu geyikle kandırmayın kendinizi. Yaptığı hatalardan ders çıkarmak yerine, onlara kılıf üreterek ömür tüketen o kadar çok insan var ki şu dünyada… İçindeki ‘aslî unsur’u yitirmemekte bitiyor her şey. Bunun için arada sırada aynadakiyle bakışıp sohbet etmek çok iyi bir fikir olabilir. Yorucu bir günün ardından banyoya kapanıp kendiyle baş başa kaldığı zaman dürüst olabilir insan. Bunun dışında günlük yaşamın onca gereksizliği arasında envai çeşit samimiyetsiz tavır, ve karakterlerin köküne işlenmiş, ‘olağan’ addedilen pislikler var. Aynanın karşısında, kendini izleyip o gün yaptıklarını muhasebe etmek… Cesaret işi.

***

Varlığının herhangi bir anlamı olup olmadığını, varsa onun ne olduğunu düşünmekten ziyade, başkaları için ne anlam ifade ettiğini, onlar için ‘ne’ olduğunu mu düşünmeli insan, mütemadiyen? Karışık.

Bir veya birkaç insan etrafında döndüğüne kanılan bok püsür bir dünya. Meşgalesizsen eğer, mahkum olduğun hayat buna benzer. Age of Empires’ta vardı ya hani, keşfe çıkınca genişleyip aydınlanan haritalar. İşte, sanal bir örnek arıyorsan al sana. Dünya bu kadar dar değil, yalnızca keşfedilmeyi bekliyor. “Colomb, Vespucci, Macellan etmiş edeceği kadar. Ehe ehe…” mealinde espriler gelmesin aklına, ağzına biber sürerim zira.

-Artık-

Raflarımdaki kitaplarla konuşup onları dinlemeye karar verdim. İtilmişlik, dışlanmışlık anlarımda bana her daim kucak açanlar onlardı. Onlara anlatıp derdimi, en azından rahatlayabilirim. Egomu tatmin etmek için biçilmiş kaftanlar kitaplarım. Çözüm üretemeseler de, sıkılmadan, oflamadan saatlerce derdimi dinleyip beni rahatlatabilecek yegâne dostum onlar.

“Çözüm üretemezler” mi demiştim? Yanılmışım. İçimde olduğuna inandığım cevheri açığa çıkartan dostlar nasıl üretmez ki çözüm? Dediğim gibi, her şey içindeki asli unsuru yitirmemekte bitiyor: Gerçekçilik.

Kitapları dinlemeyi de bilmeli bazen. Sonucu pek de kötü olmuyor…

3.7.09

Eflatun Bulutlar

Şehir, benden başka herkesi içine alan gürültüsünü dizginlemiş, tepelerin üzerinde beliren eflatun bulutların altında sakin bir eşiğe oturmuş geceyi karşılıyordu.

Yalnızdım.
Üşüyor, titrememek için dişlerimi sıkıyordum.
Titremelerim de yalnızlığım kadar eski, alışığım.

Yarı çıplak halde ufku seyrettiğim küçük, dar balkonun altından, bana hep gidecekleri yerin kesinliğini hissettirerek acı veren ve geç kalmaktan korkan aceleciliklerini kıskandığım, sürünün gerisinde kalmış gibi telaşla yol alan birkaç araç geçiyordu ara sıra.

Sürü, hayattı.

Ve hayat, ışıklı pencerelerin ardında rahat koltuklara gömülmüş, sevdiği çocuklarının arasında pay etmişti sokaktan çaldığı gürültüyü; odalarının yalnızlığında kederli bekleşenler, onlar hayaller ve ‘belki başka sefere’ diyen bir sesle yetinmeliydi.

Adalet, kendi karanlığına bürünüp başını çaresizce gökyüzüne kaldıranların elinden düşen bir kristaldi yine, parçalanması kaçınılmazdı.

Ve sessizdi sokak.Kusurlarını saklayan kalabalık dağılmış, karanlık henüz sarmamıştı tenini, çıplaktı.

Yol kenarında heyecansız bir umutla dikilen ağaçları dalgalandıran rüzgâr sokakları da üşütüyor olmalıydı; kollarımı doladığım gibi kendi bedenime, sokakların da kalkıp cadde üzerinde kavuşmayı, ısınmayı istediklerini hissediyordum.

Örtüsü üzerinden çekilen şehir tedirgindi ve çıplak göğsünde, hayatın her gece başını okşadığı şanslı çocuklarının parlaklığını hayal bile edemeyeceği bir ziynet duruyordu.

Hüzün, gözlerin ışığını gölgeleyecek kadar parlaktı çıplak bir bedende, ağaçlar gibi benim de içim ürperirdi.Gece ile gündüzün arafında çıplak genç bir bedendi hüzün, karanlık ve aydınlığın arasına gerdiği eflatun bir rüzgârın üzerinde salınıyor, caddenin ortasında kendi büyüsüne kapılmış susuyordu.

Yalnızdım.

Temiz bir başlangıç olacağını sandığım o yeni şehirde, benim için oldukça uzun sayılabilecek birkaç aylık umutlu bir serüvenin ardından yorgun düşmüş, yeni bir şehrin yeni bir başlangıç olmadığını, olamayacağını, içimde bir yerden yükselen karanlığın duvarlarını tamamen kaplayacağı o an gelene kadar barınabileceğim bir otel odası olacağını her şehrin, kaçamayacağımı anlamış, bir başka hisle örtmek için çaresizliği, çıplak göğsümü rüzgârın serinliğine bırakmıştım.

Beni o balkonun demirlerine yapıştıran yolda kaç otogar, kaç şehir ve kaç insan kayıp gitmişti ellerimden, kendimi taşıdığım her yer, eskitmek üzere uğradığım bir duraktı sanki. Gideceğim her yeni şehir de öyle olacaktı...

Hüzün sokak ortasında diz çökmüş mırıldanıyor, şehir gecenin örtüsüne bürünmek için acele ediyor ve ben, yaşıyor olmanın yükünü alması için üzerimden, adından bile emin olamadığım bir tanrıya yalvarıyordum.

Kırgınlık, kızgınlık, terk etmek ve terk edilmek, kıskançlık, tüm bunların altında uzanan doyumsuz bir arayış ve o arayışın yegâne menzili boşluk duygusuydu, hayatın kasvetli bir tablo gibi zihnime astığı geçmişin desenleri.

Yaşadıklarımın, geçmişte canımı yakıp gözlerimi sağan tüm o olayların, zamanı geldiğinde ayaklarımın altında yükseleceğini, diğerlerini yaşamın gürültüsüne dâhil eden o şeyi benim de görebileceğimi ummuştum hep gizlice, tüm sitemlerin ardında.

Karanlığın ufuk çizgisinin üzerine eğilip eflatun bulutları yutmaya hazırlandığı o akşam vakti hissettiğim, ayaklarımın altında değil sırtımda yükseldiğiydi tüm biriktirdiklerimin.
Dizlerim bükülüyordu.

Hayat; yakan ama pişirmeyen bir yüktü, bir an önce indirmek istiyordum sırtımdan. Ne yapmalıydım?

Adından bile emin olamadığım bir tanrıya ne kadar yalvarmam gerekirdi merhamet göstermesi için? Karanlık odalarda kimsesizliğin koynuna girip yine de kırmamak mümkün müydü o kristali?

Bir kez düşüp parçalanırsa eğer, ellerimizi kanatmadan tekrar bir araya getirip yapıştırmak, onu yeni bir umutla renklendirmek mümkün müydü?

Saatlerce gözümü kırpmadan bakarsam ufka, ben beklediğim için değil de gerçekten orada olduğu için parlayan bir işaret, bir cevap bulabilir miydim?

Üşüyordum.
Hüzün, çıplak bir tendi.
Ve sessizdi sokak.

Rüzgârın granit bir kütle gibi donmasını istediğimi hatırlıyorum.

O gün, kararan gökyüzünün altında nereye gideceğini kestiremeden tedirgin kıpırdanan bir rüzgâr vardı, bir de ben.

Eğer rüzgâr havada asılı kalırsa zihnimde dönen binlerce çarkında aniden duracağını, düşündükçe genleşen aklımın etime batmaktan vazgeçeceğini, duyguları gören bir kamera gibi kendi içime odaklanan zihnimin aşağılayıcı bakışlarından kurtulacağımı umuyordum.

Belki de istediğim, yumuşak bir örtü gibi tenimde dalgalanan esintilerin sivri uçlu tabakalara dönüp canımı acıtmasıydı; acıyı yeterince hissedersem karşı koymaya çalışmaktan nihayet vazgeçeceğimi sanıyordum belki.

Karanlık çöküyordu.

Ufuk çizgisi kalın, kızıl bir hat halini almış, son eflatun bulutlar uzak uçlarından gri bir alevle tutuşmaya başlamıştı.

Tedirginliğinden sıyrılan şehir karanlık örtüsünü üzerine çekiyor, hüzün, rengiyle birlikte yumuşaklığını da kaybeden rüzgârdan sakınıp geceye sığınıyordu.

Akşam gezmelerinin ağır adımları ve neşeli şarkılar doldurmadan sokakları, o en kıymetli ziynetini koynuna almalıydı şehir, kollamalıydı.

Gecenin sessiz uçlarında diz çöküp inanmadığı tanrılara yalvaracak kadar çaresiz olanlara saklamalıydı hazinesini.

Hava soğumuştu.
Titriyordum.

Şehre yukardan bakan tepenin başında tek bir ağaç görünüyordu uzakta, üzerinde günün son pembe lekesi soluyordu.

Kapanan bir kapının altından sızan solgun bir ışıktı artık ufukta yiten gün; kapının ardında bir başka dünyanın ihtimallerini fısıldıyordu tanrı.

Eğer o kapıyı açarsam, sırtımdan indirmek istediğim bir yük olmaktan çıkacaktı sanki hayat, içine acıdan başka renk ve duyguların karıştığı, menziline varmadan bırakmayacağım bir ziynet olacaktı.

Gece, umut doğuruyor.

Merhameti esirgeyen, daha önce binlercesini parçaladığım kristallerden birini daha itiyor önüme, ‘belki bu sefer’ diyor.
Tanrının cömertliği de adaleti gibi karmaşık.

Yıllar, eflatun bulutlar, granit kütlelere dönmesi için yalvardığım rüzgârlar geçti o şehrin üzerinden, ben geçtim.

Işıklı pencerelerinin ardında yükselen gürültülerini kıskandığım, beklendiklerinin kesinliğini yüzüme vuran aceleciliklerini açgözlülükle izlediğim sokaklardan geçtim.

Kendimi taşıdığım yeni şehirlerde yeni kristaller kırıp yeni ufuklar gördüm; eflatun bulutlar gibi solmasını izledim akşam vakitlerinde umutların.

Yalnızım.
Üşüyorum.
Titremelerim de yalnızlığım kadar eski.
Alıştığımı sanıyordum, yanılmışım.

2.7.09

Geceye Övgü

Huzursuz ruhları korkulu düşlere çağıran, ışığın gürültüsünde kısılan sesleri çoğaltan gece, güneşin renklerinden daha parlak bir âleme çağırır, gölgesi aydınlık yollara kaygısızca değmemiş yürekleri.

Güneşin altında sert kabuklarıyla dolaşan ürkek ruhlar, geceleri açan efsanevi bir çiçek gibi renklenir.

Bilirim; çünkü korkularımdan ve tedirginliğimden daha fazlası olduğumu hissettiğim anlar hep geceye denk düştü ömrüm boyunca.

Çimenlerin arasında kalmış fıskiyeler gibi ancak geceleri çağladı arzularım ve uzadı cümleler.

Hayatın her sabah başını okşadığı şanslı çocuklarını örtülere bürüyen gece, karanlığın tedirgin evlatlarının elbiselerini sıyırır, kuytularına sızardı.

Daha önce kimsenin görmediği sisli ormanlarda dolaşır karanlığın eli, tutkulu hayallerden ördüğü bir sepete doldururdu isimsiz ağaçların meyvelerini.

Gece sıradan ve solgun ışıkların ardı sıra parlayan bir alevdi ve yeterince gezdirdiğinizde elinizi üzerinde, artık acıtmazdı.

O kara alevin üzerine sabırla eğilip korkularını eriten ruhlar her kaba sığar, her şekle bürünebilir, ışığın keskin hatlarını kırıp her şeyin ve herkesin üzerinden ve içinden akardı.

Gece, karşı durmaktı ruhu penceresiz duvarlar gibi çevreleyip gözleri kör eden aydınlığa.

Gece, özgürlüktü.

Tanrıların ve oğullarının sürüsüz çobanlar gibi hükümsüzleştiği bir diyardı gece, pas kokulu kuralları ufalanırdı insanların ve sonsuza genleşirdi zihin.

Korkulu yürekler kanatlanıp uçardı.

Atlas’ın sırtına serpiştirilmiş toprağın üzerinde yükselen ışıktan kuleleri kara bir surla çevirirdi gece, hükümdarların önünde alnı yere değen ruhlar ayaklanır, başını yıldızlara çevirirdi.

Gece, baş kaldırmaktı kendisinden başkasına yaşam hakkı tanımayan, farklı renklerle filizlenen fidanları ezen derebeylerine.

Gece, meşru bir isyandı.

Tüm yüklendiklerimi emanet bir kambur gibi sırtımdan indirirdi gece, günün altında bükülen dizlerimi okşar, yeni bir can üflerdi bitkin bedenlerin boş sunaklarına.

Tükenmez, bereketli bir kuyuya uzanan eski ama sağlam bir kovaydı karanlık, güneşin altında kavrulan fidanları tutkuyla besler, bükülen boyunlarını okşayarak kaldırırdı.

Gece, sessiz bir vaatti hevesle bekleşen örtülerin altına sızan.

Gece, uyanıştı.

Bir ucunu yıldızlara dayamış kara bir merdivendi gece, her basamakta bir zincir gerilip kırılır, kısa cümleler palazlanıp uzardı.

Karanlığın koynunda kalemi istekten titreterek sayfalara düşen her cümle kanatlarını açar, daha uzak ve daha parlak bir yıldıza uzatırdı merdivenin ucunu.

Gece, sayfaları iki kapak arasında ve defterleri ayaklarımın altında üst üste koyandı.

Gece, tırmanıştı en yükseğe.

Çıplak ruhumun üzerinde kurulan bir çatıydı gece, tanrının karanlığından süzülen o lanetli yağmuru, kesin ve keskin sözleri sarmalayan ışık huzmelerini emer, susuz bırakıp kuruturdu kızıl kaygı çiçeklerini.

Bilirim; çünkü korkularımdan ve kaygılarımdan fazlası olduğumu hissettiğim anlar hep geceye denk düştü ömrüm boyunca.

Çimenlerin arasında kalmış fıskiyeler gibi ancak geceleri çağladı arzularım ve uzadı cümleler.

Gece, canımı yakan aydınlığın altında hasretini çektiğimdir.

Gece, hep kısadır.

Ve sorumluluğunu tanrıya değil de kendime yüklediğim ender günahlarımdandır, vefalı bir dost gibi hep aynı yerde bekleyen geceyi ertelemek, korkmak ondan.

Bu günbatımında, pembe bulutların altında tek dileğim, bir kez olsun başımı okşayıp unutturmasıdır bir zamanlar sakındığımı karanlığından.

Gece, affet ve yine sar beni.

Terlik, Çentik ve Yabancılık

Geçmişte kaldı.

Henüz ne kışın ayazını ne de olgunlaşıp düşen meyvelerin ayrılığını görmemiş körpe bir ağaç gibi ailenin tüm üyelerinin bir arada olduğu günlerde, bazen sivri uçlarımızı birbirimizden sakınmak bazen de şarkıların, kitapların ya da sessizliğin ucuna tutunup kendi karanlığımıza uzanmak için evin ayrı odalarına çekilir, kapıları kapatırdık.

Ne var ki, hepimizin yalnızlığını alacak kadar büyük ve çok odalı değildi evimiz, hiç olmamıştı.

İşte bu yüzden ben çoğu akşam, kapıların pütürlü camlarından sızan ışığın aydınlattığı loş antrede yere oturur, sırtımı kalorifer peteğine, ayaklarımı da üzerinde garip şekilli pek çok terliğin dizili olduğu vestiyere dayar, yalnızlığı diğer odaların gölgesi ve gürültüsüyle lekelemek zorunda kalırdım.

Yalnızlık nazlanır, ben huzursuzca kıpırdanırdım.

Geçmişte kaldı hepsi; ne kapalı kapılar, yalnızlığı davet ettiğimiz odalar, ne de kısa kaçışlar var artık.

Geriye bir terlikler, bir de o terliklerin bana hissettirdiği, zaten acemisi olmadığım ama o zamanlar adını da koyamadığım garip bir duygu kaldı sadece.

Yabancılık.

O loş antrede, diğer odaların ışığının vesayetinde kendi karanlığıma dokunmaya çalışırken, varlığımın eğretiliği batardı gözüme.

Başka renklerin altında uzanan siyah bir fon gibi tüm duyguların derininde yatan ve ortaya çıktığında bir kara delik iştahıyla her şeyi yutan yabancılık hissini en çok kışkırtan da terlikler olurdu.

Bir metre kadar önümde şaşmaz bir sıraya göre dizilmiş, görünüşleriyle sahiplerinin karakterini ele veren, onları mümkün olan en kısa cümlelerle özetleyen bir nevi künyeler.

Babamın; siyah deriden sivri burunlu, az kullanıldığı belli olan ciddi, annemin; renkleri solup şekilleri bozulmuş, kız kardeşlerimin; parlak renkleri ve süsleriyle okşayıcı olduğu kadar rahatsız da edici neşeli terlikleri…

Aydınlatmayan ışık huzmelerinin ve örtmeyen bir karanlığın altında, her türlü basitliğinden arınıp hayatın içinde durduğumuz yeri çentikleyen, varlığımızı işaret eden tılsımlara dönüşen terlikler.

Ve bir terliğimin olmayışı.

Elbette başka bir nedenden değil, onları kullanmaktan hoşlanmadığım için boştu vestiyerin bir köşesi; gel gör ki ne zaman koridorun karanlık atmosferi sarsa etrafımı, vestiyerdeki boşluk içimdeki boşluğu döller, taşımak zorunda olduğum kusurlu bir çocuk gibi kucağıma düşerdi yabancılık duygusu.

Kaçamazdım.

Giydiğim her elbiseye kara çengellerle tutturulmuş, sırtımda sallanan bir başlıktı sanki yabancılık, başıma geçmek için ufak esintiler beklerdi.

Meltemler eserdi sonra, gözlerim kararırdı.

Bastığım zeminin yumuşadığını, yerdeki titreşimlerini bile hissedemeyeceğim kadar uzaktan geçen bir trene dönüştüğünü sanırdım yaşamın.

Bildiğim, tanıdığım tüm insanlar, dokunduğum her şey o metal vagonlara biner, kara bir tünelde kaybolur; ben geride kalırdım.

Düşmekten korkardım hayattan.

Okurdum.

Saatlerce odalara kapanıp sayfalara gömülür, diğerlerini yaşama bağlayan o şey her ne ise onu bulmaya, eksikliğimi giderip beni diğerleri gibi yapacak olana dokunmaya çalışırdım.

Ucundan şeffaf iplerin sarktığı, beni hayata bağlayacak cümleler arar, kelimelerin birbirine girdiği iksirler karıştırıp büyüyü bozmaya çalışırdım.

Bilmediğim, o kitapları yazanların da aynı zindanın duvarlarına yaslandığıydı; her sayfada daha gür eserdi rüzgâr.

Kara başlık uyanır, renkler solardı.

Dua ederdim.

Her gece bir başka tanrıya sığınır, her seferinde değişik bir yıldızın ışığında dilek tutar, hep farklı kıblelere döner ama hep aynı şeyi dilerdim.

Sonra geceler bitip gün doğar, sabaha çıkamayan tanrılara inat benden önce uyanırdı yabancılık.

Sık sık pes ederdim.

Baka hiçbir duyguyu sızdırmayan kara miğferi çıkartmaktan vazgeçer, gürültülü ama anlamsız şarkıları üzerime örter, trenlere ve terliklere sırtımı dönerdim.

Uzaya fırlamış umursamaz bir astronot gibi, boş gözlerle seyrederdim yaklaşan meteorları.

Ama kendimi kandırdığımı anlamam uzun sürmezdi çoğu zaman; emektar radyomun frekansı kaybettiği anlarda bir giyotin gibi inerdi sessizlik, aldırmaz tavırlar önüme düşerdi.

Boş bakışların altında bir işaret görmek için tetikte beklediğimi, ben ona uzanırken yüzünü çeviren yaşamın, ben ondan vazgeçtiğimde telaşa kapılıp kollarını uzatacağını hayal ettiğimi fark ederdim.

Meltemler eserdi.

Tutunduğumuz her şeyi kara bir şövalye gibi hırplarken mızrağıyla akrep, bize rağmen bizi tutanlar yaşlanmıyor hiç.

Derimi yüzercesine soyunduğum onca giysiye rağmen düşmüyor başlık, çıplak tenime saplanan çengelleri derine iniyor.

Belki de bir terliği olmalı insanın.

Yaşamdan koptuğumuzu, bizden başka herkes yaşamla birlikte akarken bizim bu akışı, bir nehre uzaktan bakar gibi izlediğimizi hissettiğimiz anlarda, bir terlik kuşanmalı.

Terlikler, kitaplar...... ve hatta belki insanlar.

Hayatın bir parçası olduğumuzu yabancılık duygusunun yüzüne vuran bu garip künyeleri okumalı, kıvrımlarından bize dair cümleler sağmalı.

Bir terliğim yok hala.

Havada ufak esintiler, sırtımda pusuda bekleyen kımıltılarım var.

Futbol Bir Spor mudur?

Süper lig karşılaşmalarına bana oldukça kısa gelen bir ara verildiği şu sıralar aklımda dönüp duran bir soru, daha doğrusu vermeye hevesli olduğum bir cevap için zihnimi kemiren bir bahane var: Futbol bir spor mudur?

Nedeni, nasılı ve sonuçları üzerinde durmadan evvel bu soruya kendi kişisel cevabımı hemen versem iyi olacak: Hayır, futbol bir spor değildir.

Meseleyi futbola getirip yukarıdaki düşüncemi temellendirmeden önce genel olarak ‘spor’ üzerine birkaç cümleyi yuvarlamam gerekiyor.

Her şeyden önce, sanıldığı ya da sanılacak kadar bile zihnimize uğramadan kabul arşivine gönderildiği gibi bir zorunluluk değildir branşların spor olma özelliği. Yani demek istediğim herhangi bir branş doğası gereği spor sayılamaz ve buna göre değerlendirilemez. Spor sayılma durumu o branşın belli kıstasları karşılıyor olmasına bağlıdır. Mesela bu temel kaide sayesindedir ki açık bir fiziksel aktivite olmasına rağmen beyaz adamın bir zamanlar düzenlediği Kızılderili avı spor sayılmamaktadır.

Her ne kadar kıstaslar üzerine tam bir mutabakat bulunmasa da (mesela boks haklı olarak tartışmalara neden olmaktadır) pek çok branşın tasnifi üzerinde uluslararası arenada anlaşıldığı görünmektedir. Ancak tasnifi yapanların öncelikleri ve amaçları her zaman tartışmaya açık olduğundan elbette söz burada bitmemekte, kimi branşlar üzerine şiddetli tartışmalar yaşanmaktadır. Tartışmalar çoğu zaman teknik alanda cereyan ettiği için halkın gündemine yansımamakla birlikte, ülkelerin tarihi farklılıklarından kaynaklanan tartışmalar ilgili kamuoylarının katılımıyla uzun süre gündemdeki yerlerini koruyabilmektedir.

Mesela Kanada’da her yıl yapılan ve görüntüleri dehşet alt başlığıyla evlerimize giren ‘fok balığı avı’ yöre halkı için bir spor sayılabiliyorken dünyanın geri kalanı tarafından (bence de haklı olarak) insanlık suçu olarak algılanabiliyor. Siz bunun üzerine devekuşu yarışlarını, köpekler eşliğinde yapılan tilki avlarını, hadi bir de bizden örnek verelim, horoz ya da köpek dövüşlerini ekleyebilirsiniz.

Bu genel spor faslını kapatıp futbola geçmeden önce belirtmek isterim ki yukarda saydığım eylemlerle futbolu bir tutuyor değilim. Yapmaya çalıştığım spor olma durumunun değişkenliği ve her şeyden önce zorunluluğu üzerine düşünülmesini sağlamak, o kadar.

Ve nihayet futbol…. Merak etmeyin spor ve kabul edilmiş kaideleri tek tek sayıp futbolun bunlara uygunluğunu kritik edecek değilim. Zira futbolun her ülkede aynı atmosferi solumadığını, sosyal farklılıklarla futbolunda başkalaştığını hemen hepimiz biliyoruz. Peki, o zaman futbolun spor olma durumunu hangi mecra üzerinden değerlendireceğiz? Sanırım verilecek en iyi cevap şu: Ülkemize ait meseleleri hangi nokta üzerinden değerlendiriyorsak futbola da o noktadan bakacağız. Çünkü uluslararası sistemde geçerli olan mantık silsileleri bizim topraklarımızda anlamsızlaşıp boş kalıplara dönüyorlar. Bunun sebebi de ayrı bir yazının konusu ama şimdi meseleyi dağıtmayalım.

Spora ilişkin tüm düşüncelerimizi bir tarafa, futbola ilişkin gerçekleri de diğer tarafa koyalım. Şimdi de bu ikisini bir araya getirip uyumlarına bir bakalım. Nasıl, uyuyorlar mı? Benim daha en başta vermiş olduğum cevabı biliyorsunuz ve ben de sizinkileri tahmin edebiliyorum.

Tam bu noktada haklı bir itirazın geleceğine eminim: ‘İyi ama tüm bu sorunlar futbolun doğasından kaynaklanmıyor. Eğitim sistemimiz, medyanın tutumu, kulüp yönetimlerinin hataları, hatta ülkenin sosyal-ekonomik durumu sebep oluyor bütün bunlara. Bu durumda futbolu suçlamak haksızlık değil mi?’

Tüm bu olası itirazlar haklı olabilir. Ama bu, yaşanan tüm o olumsuzlukların futbol aracılığıyla üzerimize boşaltıldığı gerçeğini değiştirmiyor. Eğer kısa zaman içerisinde futbolu vahşete boğan ve yukarda bahsedilen sorunları çözebileceğimize inanıyorsak, futbol, ıslah edilebileceği için tahammül edilebilecek bir alan olarak değerlendirilebilir. Siz inanıyor musunuz bunun olacağına?

Eğer kısa zamanda o sorunlar çözülemeyecek ama futbol kaldığı yerden yoluna devam edecekse olacakları tahmin etmek güç değil. Yine onlarca insan sırf balkona çıktığı için can verecek, statlarda onbeş yaşındaki çocuklar bıçaklanacak, maç çıkışlarında onlarca araç ve işyeri kullanılamaz hale gelecek, hasar gören altyapıyı onarmak için vergilerimiz seferber edilecek vs…

Futbol suçlu olmayabilir ama suçun aracı haline getirildiği de ortadadır.
Eğer bir şehrin şebeke suyuna zehir karıştırıldıysa ve siz suyu kısa zamanda temizleyecek durumda değilseniz, insanlara o suyu içirmeye devam edemezsiniz. Suyu biz içirmiyoruz, sadece dağıtımını yapıyoruz demek sizi sorumluluktan kurtarmaz. Çünkü herkes sağlıklı seçim yapabilecek donanıma sahip değildir.

Ve gelelim işin temeline.

Benim ya da hatta bırakın beni, kamuoyunun dikkatini çekecek kadar önemli, göz önündeki bir kişinin bunları söylemesi bir değişiklik yaratır mı? Sanırım hayır. O zaman neden bunca çaba? Bunun cevabı, bir spor olmayan futbolun gerçekte ne olduğunda saklı.

Futbol nedir? Futbol bir eğlence, bir aktivite ama her şeyden önce bir tüketim nesnesidir. Bu tüketim bugüne kadar meşruiyetini hep spor olma iddiasından aldı. Televizyon kanalları spor programı adı altında yalnızca futbol konuştururken, büyük firmalar yalnızca futbol takımlarına sponsor olurken, bürokrat ve siyasetçilerimiz yalnızca futbol karşılaşmalarında şeref tribününe çıkarken bunları hep ‘spor’ adına ve spora destek olmak için yaptılar.

Futbol bir endüstri haline gelip milyon belki de milyarları yutarken hep spora vurgu yaptı ve yarattığı meşruiyet alanının verdiği güvenle hayatlarımıza rağmen büyümeye devam etti.

Eğer birileri milyon dolarlık transfer cümleleri kurabilsin diye hayatlarımızı feda etmek istemiyorsak bu sahte meşruiyet alanını sorgulamalı, spor adı altında bize yaşatılan vahşetin aslında karalın çıplak ve şişman vücudundan etrafa saçılan irinler olabileceğini hesaba katmalıyız.

Futbol belki bir zamanlar spordu ve belki bir yerlerde hala öyledir.
Ama artık bu ülkede değil.
Uzun zamandır değil ve yakın zamanda da olmayacak.

1.7.09

Noktanın Gölgesinde Alemler

El değmemiş bir âlem doğurursunuz iğnenin ucundan bin bir sancı, yara ve nereye gideceğinin bilinmezliğiyle. Her an mücadele etmek, başkası olmakla kirlenmeden anlamak diğerlerini ve anlatmak için bir dünya çizersiniz en baştan. Boşlukta asılı ipler gibi etrafınızda salınan anılara, çağrışımlara tutunursunuz; güneşin altında yeni bir şey doğar.
Doğar ve düşer…

Belki bir yaraya merhem, kırığa destek, soğuk tende sıcak bir dokunuş ya da bazen sadece, ‘bak bizde de var o yaralardan, yürüyelim mi birlikte’ demek için özgür kalsın istersiniz yarattığınız o cümbüş.

Siz âlem doğururken zamanın kendi ritminden sarhoş olup yıkıldığı bir boşlukta, bir başkası tek bir nokta doğurur tek bir anda; süzülür, bir zerre toz gibi asılır bulutlarınızın üstüne. Renkler solar, biri için diğerine kıyamadığınız onca ses küskün bir griye bürünüp susar.

Yapabildiği için yapan bir noktanın gölgesi kuşatır çeperlerinizi, sizi dinlemek isteyen herkes, o noktanın izin verdiği bir deliğe dayamak zorunda kalır kulaklarını.

Bir an gelir dokunur evrenin sırlarından biri varlığınızın uç noktalarına, içinizde bir şeyler yerinden oynar; zevkten, acıdan ya da belki alışılmamışlıktan titrer kalem kâğıdın üzerinde. Duyulsun, bilinsin istersiniz. Tutup ucundan kararsızlıkla teslim edersiniz onu, başka gözlere sunabilecek imkânı elinde bulunduranlara. Belki kibirden, belki, ‘ben de varım ve sizin varlığınız benimkine bağlı’ demek için tek bir kelime örüp keskin lehimlerden ve vehimlerden, deli gömleği gibi geçirirler cümlelerinizin üzerine.

Bir âlem bir noktaya esir düşer. Renkler solar, cümbüş susar.