Şehir, benden başka herkesi içine alan gürültüsünü dizginlemiş, tepelerin üzerinde beliren eflatun bulutların altında sakin bir eşiğe oturmuş geceyi karşılıyordu.
Yalnızdım.
Üşüyor, titrememek için dişlerimi sıkıyordum.
Titremelerim de yalnızlığım kadar eski, alışığım.
Yarı çıplak halde ufku seyrettiğim küçük, dar balkonun altından, bana hep gidecekleri yerin kesinliğini hissettirerek acı veren ve geç kalmaktan korkan aceleciliklerini kıskandığım, sürünün gerisinde kalmış gibi telaşla yol alan birkaç araç geçiyordu ara sıra.
Sürü, hayattı.
Ve hayat, ışıklı pencerelerin ardında rahat koltuklara gömülmüş, sevdiği çocuklarının arasında pay etmişti sokaktan çaldığı gürültüyü; odalarının yalnızlığında kederli bekleşenler, onlar hayaller ve ‘belki başka sefere’ diyen bir sesle yetinmeliydi.
Adalet, kendi karanlığına bürünüp başını çaresizce gökyüzüne kaldıranların elinden düşen bir kristaldi yine, parçalanması kaçınılmazdı.
Ve sessizdi sokak.Kusurlarını saklayan kalabalık dağılmış, karanlık henüz sarmamıştı tenini, çıplaktı.
Yol kenarında heyecansız bir umutla dikilen ağaçları dalgalandıran rüzgâr sokakları da üşütüyor olmalıydı; kollarımı doladığım gibi kendi bedenime, sokakların da kalkıp cadde üzerinde kavuşmayı, ısınmayı istediklerini hissediyordum.
Örtüsü üzerinden çekilen şehir tedirgindi ve çıplak göğsünde, hayatın her gece başını okşadığı şanslı çocuklarının parlaklığını hayal bile edemeyeceği bir ziynet duruyordu.
Hüzün, gözlerin ışığını gölgeleyecek kadar parlaktı çıplak bir bedende, ağaçlar gibi benim de içim ürperirdi.Gece ile gündüzün arafında çıplak genç bir bedendi hüzün, karanlık ve aydınlığın arasına gerdiği eflatun bir rüzgârın üzerinde salınıyor, caddenin ortasında kendi büyüsüne kapılmış susuyordu.
Yalnızdım.
Temiz bir başlangıç olacağını sandığım o yeni şehirde, benim için oldukça uzun sayılabilecek birkaç aylık umutlu bir serüvenin ardından yorgun düşmüş, yeni bir şehrin yeni bir başlangıç olmadığını, olamayacağını, içimde bir yerden yükselen karanlığın duvarlarını tamamen kaplayacağı o an gelene kadar barınabileceğim bir otel odası olacağını her şehrin, kaçamayacağımı anlamış, bir başka hisle örtmek için çaresizliği, çıplak göğsümü rüzgârın serinliğine bırakmıştım.
Beni o balkonun demirlerine yapıştıran yolda kaç otogar, kaç şehir ve kaç insan kayıp gitmişti ellerimden, kendimi taşıdığım her yer, eskitmek üzere uğradığım bir duraktı sanki. Gideceğim her yeni şehir de öyle olacaktı...
Hüzün sokak ortasında diz çökmüş mırıldanıyor, şehir gecenin örtüsüne bürünmek için acele ediyor ve ben, yaşıyor olmanın yükünü alması için üzerimden, adından bile emin olamadığım bir tanrıya yalvarıyordum.
Kırgınlık, kızgınlık, terk etmek ve terk edilmek, kıskançlık, tüm bunların altında uzanan doyumsuz bir arayış ve o arayışın yegâne menzili boşluk duygusuydu, hayatın kasvetli bir tablo gibi zihnime astığı geçmişin desenleri.
Yaşadıklarımın, geçmişte canımı yakıp gözlerimi sağan tüm o olayların, zamanı geldiğinde ayaklarımın altında yükseleceğini, diğerlerini yaşamın gürültüsüne dâhil eden o şeyi benim de görebileceğimi ummuştum hep gizlice, tüm sitemlerin ardında.
Karanlığın ufuk çizgisinin üzerine eğilip eflatun bulutları yutmaya hazırlandığı o akşam vakti hissettiğim, ayaklarımın altında değil sırtımda yükseldiğiydi tüm biriktirdiklerimin.
Dizlerim bükülüyordu.
Hayat; yakan ama pişirmeyen bir yüktü, bir an önce indirmek istiyordum sırtımdan. Ne yapmalıydım?
Adından bile emin olamadığım bir tanrıya ne kadar yalvarmam gerekirdi merhamet göstermesi için? Karanlık odalarda kimsesizliğin koynuna girip yine de kırmamak mümkün müydü o kristali?
Bir kez düşüp parçalanırsa eğer, ellerimizi kanatmadan tekrar bir araya getirip yapıştırmak, onu yeni bir umutla renklendirmek mümkün müydü?
Saatlerce gözümü kırpmadan bakarsam ufka, ben beklediğim için değil de gerçekten orada olduğu için parlayan bir işaret, bir cevap bulabilir miydim?
Üşüyordum.
Hüzün, çıplak bir tendi.
Ve sessizdi sokak.
Rüzgârın granit bir kütle gibi donmasını istediğimi hatırlıyorum.
O gün, kararan gökyüzünün altında nereye gideceğini kestiremeden tedirgin kıpırdanan bir rüzgâr vardı, bir de ben.
Eğer rüzgâr havada asılı kalırsa zihnimde dönen binlerce çarkında aniden duracağını, düşündükçe genleşen aklımın etime batmaktan vazgeçeceğini, duyguları gören bir kamera gibi kendi içime odaklanan zihnimin aşağılayıcı bakışlarından kurtulacağımı umuyordum.
Belki de istediğim, yumuşak bir örtü gibi tenimde dalgalanan esintilerin sivri uçlu tabakalara dönüp canımı acıtmasıydı; acıyı yeterince hissedersem karşı koymaya çalışmaktan nihayet vazgeçeceğimi sanıyordum belki.
Karanlık çöküyordu.
Ufuk çizgisi kalın, kızıl bir hat halini almış, son eflatun bulutlar uzak uçlarından gri bir alevle tutuşmaya başlamıştı.
Tedirginliğinden sıyrılan şehir karanlık örtüsünü üzerine çekiyor, hüzün, rengiyle birlikte yumuşaklığını da kaybeden rüzgârdan sakınıp geceye sığınıyordu.
Akşam gezmelerinin ağır adımları ve neşeli şarkılar doldurmadan sokakları, o en kıymetli ziynetini koynuna almalıydı şehir, kollamalıydı.
Gecenin sessiz uçlarında diz çöküp inanmadığı tanrılara yalvaracak kadar çaresiz olanlara saklamalıydı hazinesini.
Hava soğumuştu.
Titriyordum.
Şehre yukardan bakan tepenin başında tek bir ağaç görünüyordu uzakta, üzerinde günün son pembe lekesi soluyordu.
Kapanan bir kapının altından sızan solgun bir ışıktı artık ufukta yiten gün; kapının ardında bir başka dünyanın ihtimallerini fısıldıyordu tanrı.
Eğer o kapıyı açarsam, sırtımdan indirmek istediğim bir yük olmaktan çıkacaktı sanki hayat, içine acıdan başka renk ve duyguların karıştığı, menziline varmadan bırakmayacağım bir ziynet olacaktı.
Gece, umut doğuruyor.
Merhameti esirgeyen, daha önce binlercesini parçaladığım kristallerden birini daha itiyor önüme, ‘belki bu sefer’ diyor.
Tanrının cömertliği de adaleti gibi karmaşık.
Yıllar, eflatun bulutlar, granit kütlelere dönmesi için yalvardığım rüzgârlar geçti o şehrin üzerinden, ben geçtim.
Işıklı pencerelerinin ardında yükselen gürültülerini kıskandığım, beklendiklerinin kesinliğini yüzüme vuran aceleciliklerini açgözlülükle izlediğim sokaklardan geçtim.
Kendimi taşıdığım yeni şehirlerde yeni kristaller kırıp yeni ufuklar gördüm; eflatun bulutlar gibi solmasını izledim akşam vakitlerinde umutların.
Yalnızım.
Üşüyorum.
Titremelerim de yalnızlığım kadar eski.
Alıştığımı sanıyordum, yanılmışım.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder