Bir gün, olur.
Diğerlerinden farklılaşmayan tonuyla akarken gün, batmayacağını düşündüğünüz ama sizi istediğiniz sahillere götüreceğinden de emin olamadığınız, ruhunuzun direkleri sarsıldığında su alan geminizin güvertesinden seyrettiğiniz sisin içinde, bir karaltı belirip kaybolur, bir başka renk vurur günün kıyılarına, titrersiniz.
Telefonunuza düşen kısa bir mesaj, kıvrımlarında özlemi, mahcubiyeti ya da belki nefreti sancılayan karmaşık bir el yazısıyla yazılmış sade bir not, karanlık bir kapı aralar geçmişe, günün rengi değişir.
Ucuna taş bağlanıp hafızanın derinlerine itilen binlerce ayrıntı ağırlıklarından kurtulup yüzeye çıkar.
Önce hep küçük ve önemsiz ayrıntılar, onu son gördüğünüzde yaptığı bir el hareketi, mimik ya da elbisesinde görüp de nedense gözünüzü alamadığınız bir iplik, bir kırışık…
Sonra da hayatta hep diğer yolu seçmenize neden olan, karanlık bir el gibi zihninizin raflarında dolaşan ihanetler, cümleler ve vazgeçişler gösterir yüzünü tek tek.
Siz daha ne olduğunu anlamadan irili ufaklı pek çok parça bir araya gelir, belki kendinize rağmen unutmamak için direndiğiniz, belki de artık unuttuğunuzun bile farkında olmayacak kadar silindiğini sandığınız bir sima, başka hatıraları da peşine takarak zihninize hücum eder.
Göğsünüzde oturan kara bir lekenin kanatlarını açıp palazlandığını, boğazınıza doğru tırmandığını hisseder, telaşlanırsınız.
Geçmiş zamanın yüzlerinden biri silkelediğinde uykusunu eteklerinden, pek çoğunu ilk kez tadacağınız duyguların birbirine girdiği karmaşık bir yumağın ucundan tutmuşsunuz demektir.
Genzinizi yakan karanlığı dindirmenin tek yolu, tuttuğunuz iplikten başlayarak sonuna kadar gitmektir ve zaten karşı da koyamazsınız yumağın içindekileri görme arzusuna.
Geçmiş uyanır, gün susar.
Eski sandıkları açtığınızda uçuşmaya başlayan tozlar günün üzerine serilir, renkler solar.
Düşüncelerinizi çelecek kadar parlayan tek şey bir çift mahmur göz olur, sizi kendine çeker.
Her gün defalarca yürüdüğüm ve artık her köşesini ezberlediğimi sandığım düz bir patikanın ortasında aniden beliren bir kara deliği çağrıştırır bana geçmiş.
Bir telefon mesajının, karmaşık bir el yazısının, belki de bir isim benzerliğinin tetiklediği, görünürde hiçbir özelliği olmayan sıradan günlerin içine serpiştirilmiş, çekim kuvvetine karşı koyamayacağınız bir kara delik.
Ve o kara delik ki, hayatınızdan uzun zaman önce çıkmış olan insanların, onları son gördüğünüzde nasılsalar hala öyle oldukları, hiç yaşlanmadan uyudukları bir mezarlığa açılır.
Hiçbir mezar taşının üzerinde ölüm tarihinin yazmadığı, doğum tarihlerinin hemen ardından gelen o düz çizginin bir boşlukla son bulduğu tekinsiz topraklar uzanır ayaklarınızın altında.
O düz çizginin açıldığı boşluk, bazen umutla bazen de kaygıyla beklenendir.
O boşluk, gelme ihtimalidir çıkıp gidenlerin.
Hayatın değil ama sizin yitirdiğiniz insanların yattığı o mezarlıkta, bastığınız toprağın kaynadığını, sabırsızca kımıldadığını fark edersiniz.
Telefondaki bir ses ya da bir tesadüf, eline geçirdiği kürekle içinize dalar, kara bir toprağın koynunda hiç bozulmadan yatan bir bedeni çıkarıp kollarınıza bırakır.
Kimdir bu uyanan, adı neydi?
Yağmurda yürümeyi sever, duymak istediğiniz cümleleri yarıda kesip sizi çıldırtır, kara bir fırında kızdırdığı kelimeleri üzerinizde gezdirmekten hoşlanır, gelgitleriyle içinizi aşındırır mıydı?
Yoksa bacaklarınızı karnınıza çekip küçülmek istediğinizde, her şeyin ve herkesin uzağına düştüğünüzü hissettiğinizde, başkalarının hayatla kurduğu o sağlam köprüyü asla kuramayacağınıza inandığınız bir eşikte üzerinize eğilir, tek bir dokunuş ve küçük bir tebessümle dağıtır mıydı gözlerinize inen sisi?
Ne renkti saçları ve kim, neden çıkarmıştı diğerini hayatından?
Çıkıp gelme ihtimalinin varlığını düşündüğünüz gecelerde hangi duygu örtüleri kaldırıp koynunuza girerdi?
Endişe mi sağardı ihtimaller, umut mu?
Kaygı yağmurunda mı ıslanırdı ihtimaller, umut mu sızardı yoksa paçalarından?
Yazık ki en çok ıslatan ihtimalleri, kaygı oluyor.
Yıllar sonra bir tesadüf hazzetmediğiniz birini kaldırırsa mezarından, sizden daha iyi bir yaşam sürüyor olma ihtimali başınızı çevirir miydi başka tarafa?
Görmezden gelir miydiniz onu?
Sizin de karanlık kuytularınızda bir hesabınız, bir gün karşısına çıkıp sahip olduğunuz şeyleri göstererek canını acıtmak istediğiniz birileri var mı?
Çetelesini tutuyor musunuz onların?
İnsan kendisi yaptığı için mi başkalarının da aynı hesabı kurduğunu düşünüp çevirir başını eski tanıdıklarından?
Lekeli olan aslında, gözlerimiz mi?
Bu yüzden mi sabıkalı eski ve yeni tüm yüzler?
Anlaşılmaz ve affedilmez bir planı var tanrının; demir parmaklıklar ardına gönderdiğimiz her suçlunun azmettiricisi yine kendimiz çıkıyoruz.
Hayatımızdaki tüm sabıkalıları zindanlara doldurmamıza rağmen canımızı acıtanların sayısının azalmaması yargıcın sabıkasından olmalı; kendimizi mahkûm etmeye yanaşmıyoruz.
Yine de o mezarlıkta yatan masum birleri de olmalı ki, bir filmin ya da bir dizenin kalkanlarımızı indirdiği anlarda üzerimize eğilen, yıldızların gözlerini iri iri açtığı bulutsuz gecelerde koynumuza giren bir umut var.
Soğuk mermerlerine kuzgunların tünediği zindanların uzağında, ufukta sancılanıp kızaran güneşin altında yaprakları eflatun bir rüzgârla titreşen genç bir söğüdün dibinde, uyanması için inandığınız ve inanmadığınız tanrılara yakardığınız biri yatıyor mu sizin de mezarlığınızın bir köşesinde?
Siz de günün renklerini tozlar altında soldurup sık sık, davet ettiğiniz bir kara delikten o mezralığa fırlatıyor musunuz aklınızı ve ruhunuzu, sırf üzerine dökülen yaprakların çizgilerinde oynaşan hayalleri toplamak için?
Onun uykusu üzerinde batan her güneşle birlikte sizin de hayatınızdan bir ışık eksiliyor, söğüdünüzün ince dalları herkese ve her şeye diz çöküp yakararak toprağa yüz sürüyor mu?
Uykusunda sizi sayıklasa bir an ve kulağınız çınlasa, çekiyor mu kara lekeli kanatlarını gözlerinizden kuzgunlar.
Kaç söğüt, kaç kuzgun, düz bir çizginin ucundan boşluğa yuvarlanan kaç yaşam yitirdiniz?
Tanrım, ne çok insan düştü hayat ipimden?
Yanlarında geçmişin izlerini ve geleceğin düşlerini kapı dışarı ettiğim, tek bir cümleleri havada kalmasın diye çırpındığım, geri dönmemek üzere çıkıp gittiklerinde bir gün hayatımdan, bin yıldır yanan bir meşaleyi söndürür gibi varlığımı anlamsızlığa yuvarlayan ne çok insan kaybettim.
Benden başkasının yaşamadığı kara bir gezegenin yörüngesine giren kuyruklu yıldızlar ya da meteorlar gibi semalarımda süzülen, tek bir parıltısını kaçırmamak için gözlerimi alevinden sakınmadığım, üzerime saçılan yanık kokulu yıldız tozlarını, sözlerini ve bakışlarını kutsal bir hazine gibi hafızamın kilitli sandukalarında muhafaza ettiğim, ışıkları sönüp bilmediğim bir karanlığa yollandıklarında bir gün, yaslarını tutmak için gözlerimi herkese ve her şeye kapadığım uzunca bir süre, ne çok insan yitirdim.
Göğsümden sonsuza uzanan kara toprağa dikili soğuk mermerler üzerinde, düz bir çizginin ucunda ne çok boşluk biriktirdim.
Göğsümde, günbatımında yaprakları eflatun bir alevle tutuşan narin bir söğüt salınır, kuzgunlar öter, her gece soyunup örtülerinden kaygı ve umut, sırayla koynuma girer.
Nice söğüt, nice kuzgun, düz bir çizginin ucundan boşluğa yuvarlanan nice yaşam yitirdik.
Tanrım, ne çok insan düştü hayat ipimizden?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder