Tanrıyı terk ettiğim günü hatırlıyorum.
Hava soğuktu.
Ne zaman bir çağrışım tetiğini çekse cevapladığımı sandığım ama aslında üstünü örttüğüm soruların tanrıya dair, bir tünele girdiğimi hissederim ben.
Zihnimi kamaştıran metalik gıcırtılar eşliğinde bir vagon kalkıp içimde bir yerden, parlak neon ışıklarının karanlığı kovaladığı, aydınlık kavislerin kara köşelerce yutulduğu, uzun, dar ve yüksek tavanlı bir tünele dalar.
Tünel uzadıkça vagon sarsılır; her sarsıntıda bir soru uyanıp uykusundan, geniş kanatlarını açarak zihnimin çeperlerini zorlar.
Bu yolculukta ilk dönemeç çocukluğuma kıvrılır daima; katıksız inancın özgürlüğünden soruların esaretine fırlatılan zihnimin oturduğu ilk mancınık, ilk soru, eski bir defterin kapağından seslenir.
‘İnsan nasıl inanmayabilir tanrıya?’
Henüz yedi yaşında olmalıyım, ilk sayfalarında Ali’nin ata baktığı defterin sonunda tanrıya çevirirken yüzümü. Pek çok defter tükettim o zamandan beri ve eski sorular huzursuz uykulara daldı.
Defterler kapandı, gerisi sessizlik.
Tünelde ikinci durak gençliktir her zaman; masum şaşkınlığın hesaplı bir kızgınlığa evirildiği yıllar akar zihnime.
Tanrı, esir düşmüştür.
Zihnim kadar karmaşık bir defterin arka kapağının iç kısmında, iki ucu birbirine geçmiş bir dairedir tanrının yürüdüğü yol; çıkışı ve bir sonu yoktur. ‘Tanrı, iyi olmaya çalışılan bir ömürle satın alınabilecek kadar küçük mü, yoksa kuralsız bir ömrü affedebilecek kadar büyük müdür?’
Soru cevaptır, tanrı çaresiz.
Ne çok şey istemiş, ne kadar çok kızmış ve ne çok şeyle itham etmiştim.
Defalarca şantaj yapmış hatta rüşvet bile teklif etmiştim gecenin ihtimalleri silip süpürdüğü karanlık uçlarında.
Ama olmazdı, yetmezdi.
Tanrı hep susardı ya da o başka bir dilden konuşurdu da ben duyamaz, anlayamazdım.
Kim bilir, belki de ilk elden vermeliydim rüşveti. Önce olmayı vaat ettiğim kişi olmalı sonra istemeliydim tüm o absürd şeyleri; ne de olsa dileğimi yerine getirdikten sonra vaat ettiğim rüşveti vereceğim kesin değildi.
Onca günah ve sevabı hesaplayan tanrı ticarette ustalaşmış olmalı artık, rüşvetin sonradan verildiği bu alış-verişe razı olmadı hiç.
O sustu, ben gerildim.
İnsanlar sağırdı ve sanki tanrı dilsiz; gece kuşlarının kanadında gökyüzüne uçurduğum nameler, hep cevapsız kalırdı.
Üçüncü durağın vaktidir artık; sahnede, tenini sonbahar rüzgârlarının okşadığı eski bir park kurulmalıdır.
Tanrıyı terk ettiğim günü hatırlıyorum.
Hava serindi.
Sessizdi şehir; sokakların dudaklarına gri bir sonbahar sakinliği çökmüştü.
Hemen her zaman yaptığım gibi kalabalıktan kaçmış, yeşil bir kubbenin altında dua ediyormuş hissiyle yürüdüğüm şehrin arka sokaklarını ziyaret etmiş, sonunda da hep yaptığım gibi, etrafını bir sessizlik duvarının çevrelediği parkta, boyası dökülmüş bir bankın kenarına oturmuştum.
Tanrıyla kendi bildiğim yollardan iletişim kurmak için defalarca sığındığım o parka, o gün bambaşka bir niyetle gittiğimi anımsıyorum.
Kırgın, kızgın ve kıyısındaydım yaşamın.
Hissettiğim, kandırılmışlıktı.
Binlerce sayfanın refakat ettiği, toplumun ve kitapların söyledikleriyle içimde sızlayanı uzlaştırmaya çalıştığım, hırpalandığım ve bıkıp usanmadan göğsümü deştiğim bir sürecin ardından hissettiğim; boşluk.
İçimde yükselen sesin dışarıdaki gürültüye sancılı ve kısa cümlelerle direndiği, gönlümde tüten ateşe ters düşen aklımın ruhumu çarmıha gerdiği bir defterdi geçmiş; son sayfası bir bankın üzerinde yazılıyordu.
Defter kapanıyordu ve yedi yaşında sorduğum cevapsız bir sorudan daha fazlası değildi hala tanrı.
Hissettiğim, kandırılmışlıktı.
Uzunca bir süre, hava kararacak kadar, ani bir fikir patlamasıyla tüm soruları çürüterek son umudun elinden tutmasına fırsat vermeye yetecek kadar tanrıya, uzunca bir süre bekledim.
O, sustu.
Sonunda yavaşça ayağa kalktığımı, ben kalkarken inancın o bankın üzerinde kaldığını hissettiğimi hatırlıyorum.
Bir de parktan çıkarken bile yavaşlattığımı adımlarımı, arkama dönüp dönüp baktığımı, o bankın üzerinde ve hemen karşısında duran, artık tüm dallarının hatlarını ezberlediğim ağacın ayrıntılarında bir işaret arandığımı, bulamadığımı…
Ve ‘hoşça kal’ dediğimi.
Şimdi düşünüyorum da ne kadar komik; zihnimden ve ruhumdan ayrı olduğunu ve terk edebileceğimi onu tek bir kelimeyle, çıkarabileceğimi sanmam hayatımdan ne kadar da komik geliyor.
Tanrıyı terk ettiğimi sandığım günün gecesi, üzerimde kısa bir pantolonla fısıldıyor olmam geceye, duyması için yalvarmam terk ettiğime, ne kadar komik.
Ve dördüncü durak; yüzünde kurnaz bir gülümseme ve elinde içi soru dolu bir bavulla tanrının beni beklediği, o son durağı tünelin.
Yoksa tanrı anlayışlı bir ebeveyn gibi, bedenlerimizden çok önce ruhlarımızı karşısına alıp dünyaya gelmek isteyip istemediğimizi sordu da, biz mi hatırlamıyoruz?
Sakın tüm o sitemlerimiz, kızgınlıklarımız ve sessiz gecelerde yatağımızın içinde iki büklüm, karanlık köşelere attığımız ‘neden’ soruları…
Boşuna mı günahını aldık tanrının?
Cevap ne olursa olsun bana öyle geliyor ki, hiçbirimiz kızgın değiliz ona, en azından bir bedene sızdığı için ruhumuz.
Kızgınlığımız daha ziyade başkalarına verdiğine inandığımız şeyleri bizden esirgediğini düşünmemizden; üvey evlat gibi hissettiğimizden.
Kızgınlığımız, dokunduğumuz her şeye sirayet eden kükürt kokulu memnuniyetsizliğimizden, uzanamadığımız her şey için bir yara açıp tenimizde, içine bir zaaf doğurduğumuzdan.
Kızgınlığımız; zayıflığımızdan.
Belki de en başından elimizde bir reçeteyle doğduğumuza inanarak yapıyoruz hatayı.
Binlerce yıllık kitaplar, sözler ve hikâyeler doğan her bebekte sıfırlanıyor, hükümsüzleşiyor yeniden yorumlanıp kurulmak için.
Her seferinde başa dönüyor yaşam, her bebekte sıfırlanıyor sayaç.
Tanrı hiçbir zaman düşündüğümüzden ve istediğimizden daha fazlası olamıyor belki.
Belki de hiçbiri değil bunların, belki yine aldanıyoruz.
Tek bildiğim; insanlar sağırdı ve sanki tanrı dilsiz; gece kuşlarının kanadında gökyüzüne uçurduğum nameler hep cevapsız kalırdı.
Tünelden çıkıyorum, hava serin.
Üşümüş olmalı tanrı, titriyor içim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder