2.7.09

Terlik, Çentik ve Yabancılık

Geçmişte kaldı.

Henüz ne kışın ayazını ne de olgunlaşıp düşen meyvelerin ayrılığını görmemiş körpe bir ağaç gibi ailenin tüm üyelerinin bir arada olduğu günlerde, bazen sivri uçlarımızı birbirimizden sakınmak bazen de şarkıların, kitapların ya da sessizliğin ucuna tutunup kendi karanlığımıza uzanmak için evin ayrı odalarına çekilir, kapıları kapatırdık.

Ne var ki, hepimizin yalnızlığını alacak kadar büyük ve çok odalı değildi evimiz, hiç olmamıştı.

İşte bu yüzden ben çoğu akşam, kapıların pütürlü camlarından sızan ışığın aydınlattığı loş antrede yere oturur, sırtımı kalorifer peteğine, ayaklarımı da üzerinde garip şekilli pek çok terliğin dizili olduğu vestiyere dayar, yalnızlığı diğer odaların gölgesi ve gürültüsüyle lekelemek zorunda kalırdım.

Yalnızlık nazlanır, ben huzursuzca kıpırdanırdım.

Geçmişte kaldı hepsi; ne kapalı kapılar, yalnızlığı davet ettiğimiz odalar, ne de kısa kaçışlar var artık.

Geriye bir terlikler, bir de o terliklerin bana hissettirdiği, zaten acemisi olmadığım ama o zamanlar adını da koyamadığım garip bir duygu kaldı sadece.

Yabancılık.

O loş antrede, diğer odaların ışığının vesayetinde kendi karanlığıma dokunmaya çalışırken, varlığımın eğretiliği batardı gözüme.

Başka renklerin altında uzanan siyah bir fon gibi tüm duyguların derininde yatan ve ortaya çıktığında bir kara delik iştahıyla her şeyi yutan yabancılık hissini en çok kışkırtan da terlikler olurdu.

Bir metre kadar önümde şaşmaz bir sıraya göre dizilmiş, görünüşleriyle sahiplerinin karakterini ele veren, onları mümkün olan en kısa cümlelerle özetleyen bir nevi künyeler.

Babamın; siyah deriden sivri burunlu, az kullanıldığı belli olan ciddi, annemin; renkleri solup şekilleri bozulmuş, kız kardeşlerimin; parlak renkleri ve süsleriyle okşayıcı olduğu kadar rahatsız da edici neşeli terlikleri…

Aydınlatmayan ışık huzmelerinin ve örtmeyen bir karanlığın altında, her türlü basitliğinden arınıp hayatın içinde durduğumuz yeri çentikleyen, varlığımızı işaret eden tılsımlara dönüşen terlikler.

Ve bir terliğimin olmayışı.

Elbette başka bir nedenden değil, onları kullanmaktan hoşlanmadığım için boştu vestiyerin bir köşesi; gel gör ki ne zaman koridorun karanlık atmosferi sarsa etrafımı, vestiyerdeki boşluk içimdeki boşluğu döller, taşımak zorunda olduğum kusurlu bir çocuk gibi kucağıma düşerdi yabancılık duygusu.

Kaçamazdım.

Giydiğim her elbiseye kara çengellerle tutturulmuş, sırtımda sallanan bir başlıktı sanki yabancılık, başıma geçmek için ufak esintiler beklerdi.

Meltemler eserdi sonra, gözlerim kararırdı.

Bastığım zeminin yumuşadığını, yerdeki titreşimlerini bile hissedemeyeceğim kadar uzaktan geçen bir trene dönüştüğünü sanırdım yaşamın.

Bildiğim, tanıdığım tüm insanlar, dokunduğum her şey o metal vagonlara biner, kara bir tünelde kaybolur; ben geride kalırdım.

Düşmekten korkardım hayattan.

Okurdum.

Saatlerce odalara kapanıp sayfalara gömülür, diğerlerini yaşama bağlayan o şey her ne ise onu bulmaya, eksikliğimi giderip beni diğerleri gibi yapacak olana dokunmaya çalışırdım.

Ucundan şeffaf iplerin sarktığı, beni hayata bağlayacak cümleler arar, kelimelerin birbirine girdiği iksirler karıştırıp büyüyü bozmaya çalışırdım.

Bilmediğim, o kitapları yazanların da aynı zindanın duvarlarına yaslandığıydı; her sayfada daha gür eserdi rüzgâr.

Kara başlık uyanır, renkler solardı.

Dua ederdim.

Her gece bir başka tanrıya sığınır, her seferinde değişik bir yıldızın ışığında dilek tutar, hep farklı kıblelere döner ama hep aynı şeyi dilerdim.

Sonra geceler bitip gün doğar, sabaha çıkamayan tanrılara inat benden önce uyanırdı yabancılık.

Sık sık pes ederdim.

Baka hiçbir duyguyu sızdırmayan kara miğferi çıkartmaktan vazgeçer, gürültülü ama anlamsız şarkıları üzerime örter, trenlere ve terliklere sırtımı dönerdim.

Uzaya fırlamış umursamaz bir astronot gibi, boş gözlerle seyrederdim yaklaşan meteorları.

Ama kendimi kandırdığımı anlamam uzun sürmezdi çoğu zaman; emektar radyomun frekansı kaybettiği anlarda bir giyotin gibi inerdi sessizlik, aldırmaz tavırlar önüme düşerdi.

Boş bakışların altında bir işaret görmek için tetikte beklediğimi, ben ona uzanırken yüzünü çeviren yaşamın, ben ondan vazgeçtiğimde telaşa kapılıp kollarını uzatacağını hayal ettiğimi fark ederdim.

Meltemler eserdi.

Tutunduğumuz her şeyi kara bir şövalye gibi hırplarken mızrağıyla akrep, bize rağmen bizi tutanlar yaşlanmıyor hiç.

Derimi yüzercesine soyunduğum onca giysiye rağmen düşmüyor başlık, çıplak tenime saplanan çengelleri derine iniyor.

Belki de bir terliği olmalı insanın.

Yaşamdan koptuğumuzu, bizden başka herkes yaşamla birlikte akarken bizim bu akışı, bir nehre uzaktan bakar gibi izlediğimizi hissettiğimiz anlarda, bir terlik kuşanmalı.

Terlikler, kitaplar...... ve hatta belki insanlar.

Hayatın bir parçası olduğumuzu yabancılık duygusunun yüzüne vuran bu garip künyeleri okumalı, kıvrımlarından bize dair cümleler sağmalı.

Bir terliğim yok hala.

Havada ufak esintiler, sırtımda pusuda bekleyen kımıltılarım var.

Hiç yorum yok: