tag:blogger.com,1999:blog-25172217756932752692024-03-06T00:31:10.357+03:00Kaos Defteri"Özgürlüğe giden yol 'Kaos'tan geçer..."Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.comBlogger30125tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-320521294386577702012-01-21T19:32:00.003+02:002012-01-22T14:47:03.237+02:00Ölüme Doymayan Hrant ve Katil Yeni-Devlet<div style="border-bottom: medium none; border-left: medium none; border-right: medium none; border-top: medium none;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhpTalX8899rJQgacm3oaFYlZr5OjQvO4EVY78Fb5_5ZPaQwtbxzGn0g3a-du7f-8R_9j0DHMIvCOMvqOrLJvZfnkmOrbiCJgqYqLT0jzSCTkIxlrC-8b8cZRT5hs4Odpk7qq6l8QXXJ-A/s1600/hrantdinler_1_222.jpg" imageanchor="1" style="clear: left; cssfloat: left; float: left; margin-bottom: 1em; margin-right: 1em;"><img border="0" height="212" nfa="true" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhpTalX8899rJQgacm3oaFYlZr5OjQvO4EVY78Fb5_5ZPaQwtbxzGn0g3a-du7f-8R_9j0DHMIvCOMvqOrLJvZfnkmOrbiCJgqYqLT0jzSCTkIxlrC-8b8cZRT5hs4Odpk7qq6l8QXXJ-A/s320/hrantdinler_1_222.jpg" width="320" /></a> İktidarını sürekli kılma tutkusu, geçmişten günümüze her muktedirin değişmez önceliği olmuştur. Ve her gaddar yönetici bunun en kolay yolunun yaşamını haksızlıkla mücadele etmeye, kraldaki çıplaklığı teşhir etmeye adayan insanları ya da bir şekilde topluca direnen kitleleri sindirmekten geçtiğini bilir. Bu olgu herhalde asırlardan bu yana bu memleket üzerinden gelip geçmiş tüm uygarlıkların özetini çıkarmak ve bugüne ışık tutmak için yeterlidir. Demokrasi kavramı, bu topraklar üzerinde kullanılmaya başladığından beri iktidarların eylemlerine meşruiyet kılıfı edilmenin ötesine geçememiş ve ne yazık ki yakın bir gelecekte de geçebilecek gibi görünmemektedir. Emperyalist paylaşım savaşlarıyla halkların arasına çizilen gayrımeşru sınırları dahilindeki her noktada varlığını hissettirmek isteyen otoriter devlet gözetiminde/emrinde, tıpkı Osmanlı'daki gibi, toplumsal gerçekliğin üzerinden silindir gibi geçilmeye, gerek toplu katliamlar, gerek nokta infazlar yapılmaya devam edegelmektedir.<br />
<div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Özünde faşizan bir kolektif zihniyetin ürünü olan tüm bu kıyımlar arasında, beş yıla yakındır devam eden dava süreciyle birlikte ele alındığında, en trajik olanlardan biri de Hrant Dink suikastıdır. </div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">Muhakkak ki Hrant Dink olayı salt suikast ve geçen beş yılın ardından sonlanan dava süreciyle sınırlı bir alanda değerlendirildiğinde sosyal medya ve kamuoyunda “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı üzerinden dönen sığ politik argümanlar eşliğinde tartışılmanın ötesinde oldukça mühim bir meseledir. Bunun için Hrant Dink'in ve onun gibi bu ülkede demokrasi mücadelesi verirken yaşamını yitiren diğer aydınların asıl meseleleri üzerinde durmak gerektiği kanısındayım. Ama Hrant özelinde önce Cumhuriyet'in makbul kabul edilen Türk-sünni-laik insan modelinin AKP'yle evrilebileceği maksimum noktayı görmek adına bir örnekle başlayalım. Cumhuriyetin ulus devlet projesinin ürünü olan asimilasyon politikasına ve Türklük dışındaki kimlikleri inkar eden resmi ideolojiye başlarda karşı olduğunu iddia ederek bir kısım demokrat ve liberallerin desteğini alan AKP'nin kurucularından Abdullah Gül'ün, geçtiğimiz dönem Canan Arıtman isimli milletvekili tarafından ırkçı bir maksatla annesinin Ermeni olduğu iddiası ortaya atıldığında sanki hakarete maruz kalmışçasına (Ne yazık ki söz konusu milletvekili gibi onlara oy veren halkın büyük kısmının lügatındaki mevcut konumuyla 'Ermeni olmak' bir hakaret, Tayyip'in dediği gibi başına 'afedersiniz' sıfatı eklenmesi gereken küfür.) hem de kağıt üstünde yazdığı şekliyle 'demokratik laik bir hukuk devleti'nin cumhurbaşkanlığı makamında otururken derhal 'Hem Müslüman hem Türk' olduğuna dair ayrıntılı bir açıklama yapma, hatta manevi tazminat davası açma gereği duyması, ülkenin içinde bulunduğu durumun vahametini sergilemesi açısından açık bir önek olarak belleğimizdeki yerini koruyadursun, Abdullah Gül geçtiğimiz günlerde Sabah'ta Hrant Dink davasıyla ilgili yayınlanan demecindeki “(...)Türkiye hukukun karşısında herkesin eşit olduğu, yabancı şirketlere karşı da <span style="font-style: normal;"><b>yabancı uyruklu</b></span><b> insanlara da</b> hep eşit davranmış bir ülke.” cümlesiyle daha önceki tavrının bir anlık gafletten kaynaklanmadığını gösterdi.<b>(1)</b> Devlet zihniyetinin takındığı bu lütufkâr tavır, AKP mamulü 'ileri demokrasi'den medet uman arsız liberal-muhafazakar ittifakıyla kör cehaletin ibretlik kesişim noktasını bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Bu, tam da yeni anayasa tartışmalarının sürdüğü bu ülkenin halihazırda makbul kabul edilen Türk-Müslüman kimliğinin dışında olduğu için Cumhurbaşkanı'nın 'yabancı uyruklu' olduğunu ima ettiği Hrant Dink özelinde tüm gayrimüslim TC vatandaşlarının, şu sıralar AKP elinde revize edilen 'yeni resmi ideoloji'nin efendileri tarafından da makbul ve eşit bulunmadığının açık delilidir. (Buna ek olarak, Cumhurbaşkanlığı için Abdullah Gül'den evvel adı geçen eski Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?”<b>(2)</b> cümleleri de hatırlanmalı.) Tıpkı ataları İstanbul'a Osmanlı'yla gelmiş herkesten daha fazla İstanbullu olan Lefter Küçükandonyadis'in ölümünün ardından 'Türkiye'yi hep çok sevdiğine' dair cümleler sarf edilmesi, özellikle bu söylem üzerine vurgu yapılması, bu düzen ve onun yasalarının, ideolojik aygıtlarının insanların beyin kıvrımlarını getirdiği son noktanın sefaletini ortaya koymaktadır. Bu demek oluyor ki Ermeni ya da Rum olduğunuzu belli eden isimleriniz varsa 'hoşgörümüze muhtaç yabancılar'sınız.</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;">70'lerde TKP/ML deneyimi yaşamış, sosyalist gelenekten gelen Hrant Dink'in -ki o dönemde tutuklanması halinde kendisinden yola çıkılıp halkına yönelik toptan bir yaflama riskinden çekindiği için ismini Fırat diye değiştirmiştir- 90'lı yıllarda Ermeni ve Türk halkları arasında empatiye dayalı bir köprü inşa etme çabası işte bu söz konusu sosyal şartlara dayanır. Ve yarattığı candan dilin, tutturduğu ezberbozan frekansın önemini, iki kesimin milliyetçilerinin de onu sevmemesinden, tehdit etmesinden anlamak mümkündür. Ona sorsanız 1915'in soykırım olduğunu düşünüyordu ama bunu asla suçlayıcı ve düşmanca bir tavır takınarak dillendirmenin ve Ermeni diasporasının yaptığı gibi emperyalist batı devletlerinin meclislerindeki lanet yasalarla tescillenmesinin yanında olmadı; hatta Fransa'da gündeme gelen Ermeni soykırımını inkarı suç haline getiren yasa tasarısına karşı çıkarak gerekirse oraya gidip inadına “Soykırım yoktur!” diye bağıracağını dile getirecek kadar, acısının rant malzemesi edilmesine karşı duran, onu kendine saklayan ve tek başına taşımaya razı kocamana yüreğe sahip asi bir ifade özgürlüğü savunucusuydu. O bugün her ne kadar liberalmişçesine anılsa da, tüm zorluklara karşın ülkesini bırakıp yurt dışına gitmeye asla yanaşmayarak, her sosyalistin içinde taşıdığı 'ülke' olgusuna sahip çıktı: <span style="font-style: normal;">“...'</span><em><span style="font-style: normal;">Kaynayan cehennemler'i bırakıp, 'hazır cennetler'e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik.”</span></em><em><span style="font-style: normal;"><b>(3)</b></span></em><em> </em><em><span style="font-style: normal;">dedi ve 19 Ocak 2007'de bu 'nefret edilecek ülke'deki</span></em><em><span style="font-style: normal;"><b>(4)</b></span></em><em><span style="font-style: normal;"> acı kaderine razı oldu. Hrant Dink, Nedim Şener'in tabiriyle 'tek kişilik bir soykırım'ın kurbanı oldu, yaşamı elinden alındı. Ne ki, bu Hrant'ın ne ilk ne son öldürülüşüydü. Öldürülmesine kadar uzanan süreçte, bir yazısının içerisinden cımbızla çekilen ve asgari düzeyde Türkçe bilen herkesin anlayabileceği cümleler üzerinden ülkesindeki faşizan yasalarca yargılandı, yargılanma esnasında şovenist provakasyonlara maruz bırakıldı. Kendini defalarca kez açıklamasına rağmen (ki bu durumdayken dahi bizim yerimize yine o utandı) en sonunda 'Türklüğe hakaret'ten hüküm giydi. “Ben Türk'le yaşamayı şans sayan bir insanım”</span></em><em><span style="font-style: normal;"><b>(5)</b></span></em><em><span style="font-style: normal;"> diyen Hrant Dink belki de ilk olarak bu kararla öldürülmüştü.</span></em></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><em><span style="font-style: normal;">Dava dava sürecinde de türlü kepazelikler yaşandı. Katiller emniyet güçlerince kollandı, kahraman ilan edildi, bayraklı fotoğrafları çekildi. Azmettiricilerin, planlayıcıların milliyetçi-muhafazakar parti liderleriyle aynı karede olduğu fotoğraflar ortaya çıktı. Suikast, süreç içerisinde, Ergenekon adıyla anılan halihazırda birbiriyle yan yana gelmesi olanaksız kişilerin aynı torbaya doldurularak üyesi olduğu iddia edilen ve dava seyri iyice rayından çıkan yapılanmaya yıkılmaya çalışıldı. Hrant Dink'i koruyamayan ve yaşam hakkına kast edilmesine engel olamayan devleti temsilen hükümet tarafından AİHM'e gönderilen savunma metninde Hrant Dink Nazi ideologlarıyla bir tutularak bir kez daha öldürüldü. Kamuoyu baskısıyla savunma geri çekildiyse bile vicdanlar asla tatmin olmadı.</span></em></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><em><span style="font-style: normal;">Resmi kurumların elinde bu cinayetin bir yıldan uzun süredir planlandığına dair bilgiler olduğu herkesçe biliniyor olmasına rağmen, mahkeme beş yıllık dava neticesinde suikastın örgüt işi olduğuna dair delil olmadığına hükmetti. Bunu söyleyen mahkeme heyetinin bir sanık hakkında karar vermeyi unutması herhalde işine gösterdiği ciddiyeti ortaya koymaya yeterlidir.</span></em></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><em><span style="font-style: normal;">Dava bittikten sonra savcının “Örgüt de var delil de.” demesiyle temyize gidilecek olmasına rağmen, bu karar cinayetin aydınlatılmasını isteyen kitlenin, katledilişinin 5. yılında daha da çoğalarak Hrant Dink için sokağa inmesine ve daha öfkeli haykırmasına engel olmadı. On binler 'Hrant için, adalet için' yürüdü. Ama yine atılan “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı sosyal medyada sığ tartışma malzemesi olmaktan kurtulamadı. Düzenin seri imalatını yaptığı lümpen kesimin kustuğu nefreti bir yana bırakırsak, Hrant Dink'in ve ailesinin haksızlığa uğradığını düşünse dahi bu sloganı kabullenmeyen bazı 'ılımlı' kesimler mevcut. Bunun dışında bazı sosyalist kesimler de solun ırk temelli değil, sınıf temelli söylemler üretmesi gerektiğini söyleyerek, kimlik temelli söylemlerin küçük burjuva siyasetinin alanına girdiği iddiasıyla bu söyleme karşı çıkıyor. Çok makul ve tutarlı bir şekilde, yalnızca Türkiyeli bir Ermeni olduğunu dillendirdiği için, yani etnik kimliğinden ötürü haksızlığa uğramış, öldürülmüş bir insanı savunmak adına 'Hepimiz Ermeniyiz'den daha sembolik nasıl bir slogan dillendirilebilirdi ki? Bunun dışında, cinayeti, neredeyse beş yıldır türlü operasyonlarla soruşturması ve davası süren ama sosyalistler tarafından yıllardır dile getirilen Kontrgerilla'dan bağımsız bir varlığı hala bir neticeye bağlanamamış olan Ergenekon'un işlettiğini iddia eden birtakım eski solcular mevcut. Kanıt yok ama diyelim ki bu doğru, peki AKP ve Cemaat'in kontrolünde Emniyet-İstihbarat işbirliğiyle delillerin karartılmaya çalışılmasına, önemli telefon kayıtlarının mahkemeye gönderilmesine direnenlere karşı herhangi bir yaptırım uygulanmamasına ne demeli? Fethullah'ın yeni devletine katil diyemeyecek kadar arsızlaşan, bir önceki genelkurmay başkanı dahi tutuklanmışken hala utanmadan sıkılmadan 'askeri vesayet' diye dolanıp sosyalistleri ulusalcılıkla/dabecilikle itham eden arsız liberalleri bir yana bırakın, Subcomandante Marcos'un, kendisi hakkında 'karalama' maksadıyla eşcinsel olduğu iddiasını atanların oyununa düşmeyerek verdiği efsanevi yanıtı da mı hiç duymadınız? (Herkes Abdullah Gül gibi farklı ırk ve cinsel yönelimleri küfür addederek çuvallamıyor elbette.)</span></em></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><em><span style="font-style: normal;">Tıpkı Marcos gibi, San Francisco'da eşcinsel, İsrail'de Filistinli'ysek; Erivan'da Azeri, Agos'un önünde Ermeni olmaktan da gocunmayacağız. Bu tavrı 'entel' görünme çabasıyla açıklamaya kalkan, kafası ırk temelli çalışan süper zekalar daima var olacak elbette. Onlara aldırmadan 24 Ocak'ta Ankara'da da sessizce Uğur Mumcu olacağız. <a href="http://www.toplumsalbellekplatformu.com/">Toplumsal Bellek Platformu</a> aracılığıyla aileleri bir araya gelen Musa Anter, Turan Dursun gibi bu toplumun ötekisi olmaya itilmiş herkes olacağız. Velhasıl üstünde yaşadığımız topraklarda verdiğimiz sınıf mücadelesinin yanı sıra, hangi kimliğin üzerinde baskı varsa ondan yana olacağız, olmalıyız.</span></em></div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><br />
</div><div style="margin-bottom: 0cm;"><strong>Notlar:</strong></div><ol><li><div style="margin-bottom: 0cm;"><em><span style="font-style: normal;"><a href="http://www.sabah.com.tr/Gundem/2012/01/19/bu-dava-ayri-bir-hassasiyet-tasiyordu">Gül: Dink davası önemli bir sınav</a></span></em></div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;"><em><span style="font-style: normal;"><a href="http://arsiv.ntvmsnbc.com/news/465353.asp">Gönül: Rum ve Ermenilerle milli olamazdık</a></span></em></div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;"><a href="http://www.red.web.tr/site/haber_detay.asp?haberID=1389">Ruh Halimin Güvercin Tedirginliği (Hrant Dink)</a></div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;"><em><span style="font-style: normal;">Özgür Mumcu'nun, Kemal Türkler davasının zaman aşımına uğratılarak düşürülmesinin ardından kaleme aldığı yazının başlığı. <a href="http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalYazar&Date=06.12.2010&ArticleID=1031499">“Katillerine bunca sahip çıkan ülke, evet, nefret edilecek ülkedir.”</a></span></em></div></li>
<li><div style="margin-bottom: 0cm;"><em><span style="font-style: normal;"><a href="http://www.youtube.com/watch?v=w6RBnvOIchI">Hrant Dink Türklüğe Hakaret Etti mi?</a></span></em></div></li>
</ol></div>Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-88052795756336918072011-09-16T13:05:00.003+03:002011-12-14T20:46:06.574+02:00Takım Elbisenin Gündelik Yaşama Etkilerini Yönlendirmek Üzerine Düşünceler<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhViudm2th6crsn6M8b2mskdeytKOWKd9jIPq0gS0S9fSI2rSjafxcjqzed31BkO3RdmA-A0OX-1rgrF75Hs1iZwPLGzmCTJ4im3D0HzEtRVdYkP8pauYXssYQ_b3cdOFbPl430b_HVs94/s1600/1.jpg" imageanchor="1" style="clear:left; float:left;margin-right:1em; margin-bottom:1em"><img border="0" height="252" width="283" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhViudm2th6crsn6M8b2mskdeytKOWKd9jIPq0gS0S9fSI2rSjafxcjqzed31BkO3RdmA-A0OX-1rgrF75Hs1iZwPLGzmCTJ4im3D0HzEtRVdYkP8pauYXssYQ_b3cdOFbPl430b_HVs94/s320/1.jpg" /></a></div>Haddinden fazla takım elbiseli insan var. Onlardan korkuyorum. Kâh resmi dairelerde kâh özel kuruluşlarda çevredeki herkese emirler savuruyorlar. Üzerlerinde yalnız don ve kravat olsa, diyorum, acaba o emirleri vermeye devam ederler miydi hâlâ? “Bilemem, ilgilenmem de.” Ben bugüne dek hiç takım elbise giymedim. Edinme ihtiyacı hissetmediğimden ya da o ciddiyet baskısını hissettirecek ortamlarda pek bulunmadığımdan sanırım. Henüz bir CV'm de yok. Hem ayrıca kravat nedir yahu? Gördüğüm en gereksiz şey. Okul dışında gömlek giymeye bile lise çağlarımda bulunmak durumunda kaldığım düğünlerde başlamıştım zaten. Sonra baktım o kadar da fena değil, ben bunu arada giyerim lan, dedim ve bu yazıya başlamadan evvel üzerime bir gömlek giydim. Altımda hâlâ donla oturuyor oluşum şu an konumuz değil. Onu sonra konuşuruz.<br />
<br />
Takım elbiseli insanlardan söz ediyordum. Bunların -emir verenlerinin- bir kısmı, sözgelimi bize göre meçhul tarihlere dek bulundukları çatı altından başka yerlere gitmesine ket vurulmuş insanları ıslah etmeyi üzerine vazife bilen kişiler. Hâlihazırda belirli sınırların dışına çıkışı engelli insanların o durumları başlı başına kendiliğinden bir ıslah yöntemi olmasına ve koduğumun yasal çerçevesi de yalnızca bunu kapsamasına karşın, onlar ‘toplumun huzuru’ için birtakım psikolojik baskı yöntemleri geliştirip kaynağı belirsiz, belki de üzerine konuşulmasına bile gerek kalmaksızın salt kolektif bir bilinçaltına dayanan hastalıklı edimlerin emirlerini veriyorlar. Canımı esas sıkan bu değil. Elbette dışı parlak boyalarla kaplanıp içi çürümeye bırakılmış serbest piyasa demokrasilerinde bu gibi durumları olağan karşılamalıyız. Varlığının ehemmiyeti kendisinden emir alacak kelle sayısına endeksli varlıklar, doğaldır, pürüz çıkaran/pürüz çıkarmaya meyilli diğer varlıklar üzerinde tahakkümünü baskı ve şiddete başvurarak korumak isteyecektir. Herkes içine doğduğu ortamın sorgusuz sualsiz elemanı olacak, nefes aldığı müddetçe aklını fikrini bir kenara bırakıp onların emirlerine mutlak uyum gösterecektir (ki belki garip gelecek ama içlerinde bildiğin benekli don var bu kişilerin ve bu somut gerçeklik bile birilerine emir vermekten utanmaları için tek başına yeterli sebep oluşturmasına karşın, emir vermeye devam ediyorlar, akıl erdirmek mümkün değil). Söz konusu duruma elverişli varoluş kalıbını almaktan uzak kişilerin itildiği durumsa, bu durum hallolana dek burnu sürtmek, gerekirse yok olmaktır.<br />
<br />
<div class="separator" style="clear: both; text-align: center;"><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhPDIcqfS0iBiFF4no3uZJSBuunq9ofa8M6I5jdVwdP46Hg9yknoullWATBri5CSC4TMy2kk3eZDbOggVmo47uED05BhbBUERbztCXpn02f0C3E9jMFeWbCg7YfIMGfuYbYyWegwsI4wJI/s1600/2.jpg" imageanchor="1" style="clear:left; float:left;margin-right:1em; margin-bottom:1em"><img border="0" height="177" width="301" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhPDIcqfS0iBiFF4no3uZJSBuunq9ofa8M6I5jdVwdP46Hg9yknoullWATBri5CSC4TMy2kk3eZDbOggVmo47uED05BhbBUERbztCXpn02f0C3E9jMFeWbCg7YfIMGfuYbYyWegwsI4wJI/s320/2.jpg" /></a></div>Elbette süreç hep böyle işlemez, ötesi de vardır. İçi kendisine tabi olguların varlığını artık kanıksaması yüzünden kokusunu duyamadığı pisliğe bulanmış bu işleyiş, kalıcı olabilmek adına, fertlerine varlığına rıza göstermeleri için gereksiz arzlar yaratıp kendini onların talebiyle besler. Söz konusu işleyişin dışını kaplayan parlak boya bundan öte bir şey değildir. Bugün insanların yaşamlarında üzerine pek konuşulmamasına karşın büyük yer kaplayan muhtelif siber alem ürünlerinin her şeyin daha iyiye gideceğine dair anlamsız ve sonu gelmez umutlar vererek insanı kendine -ve dolayısıyla sisteme- bağlaması, işleyişin bel kemiği denebilir olan küçük burjuva bireyler üzerinde sonu bir türlü gelmeyen ve kendileri fark etmediği müddetçe bu sürecin -belki de asla gelmeyecek- bitişini sürekli ertelemektedir. İnsanoğlunun büyük bölümü, sırtındaki yüke aldırmaksızın, çok yakında gözüken ama bir türlü ulaşılamayan, çünkü ucu sırtına binenlerin ellerine uzanan sopaya bağlanmış bir tutam samana ulaşmak için yorulmadan durmaksızın giden uyuz bir atı andırmaktadır. Öyle bitmez bir umut ki, sırtındakiler bu atı terbiye etmek için kırbacın adını anmaya bile artık gerek duymamaktadır. Birilerinin ‘demokrasi’ diye adlandırdığı budur.<br />
<br />
Dönem dönem bu durumun belirtileri süzgeçten geçirilmiş hâliyle de olsa açığa çıktığında herkesin aklına anlık şüpheler düşse de, çözüm için mevcut legalitenin dışına çıkmaya pek kimse yanaşmaz. Zira mevcut işleyiş üyelerine daima içi boş umutlar vererek (sopa-saman-at-yük ilişkisi) onlarla arasındaki bağı güçlü tutar. Bu dengenin sağlamlığı insan türünün tek başınayken sahip olduğu düşünceleri bir araya geldikten sonra deforme olmaksızın koruyamamasına bağlanabilir. Tarihin başından beri, iyi niyetli insanların güzel fikirlerle bir araya gelerek yarattığı irili ufaklı harikaların ortak noktasına bakıldığında, hepsinin bir süre sonra yok edildiği veya ancak yozlaşıp deforme olmuş hâlde başlangıç hedeflerinden sapmış olarak varlığını sürdürebildiği görülecektir. Çünkü değişim daima bireyler özelinde başlar. Yerinde sayan bireylerin bir araya gelerek ortaya koyacağı herhangi bir yıkım ve yeniden-kuruluşun bugünden pek farklı bir geleceği olmadığı açıktır. Bu bağlamda, sözgelimi, karşıtı olduğunu iddia ettiği bürokratik-despotik dünyadan tek farkı reel sosyalizmin uygulanması olan yeni bir devletin mevcut işleyişe alternatif olarak hâlâ savunulmakta olması ilginçtir. Yirminci Yüzyıl’da uğradığı başarısızlığın bir kesimce salt iç ve dış mihraklara, öteki kesimce salt Stalinizm’e yıkılarak temizlenme çabası içine girilen Sovyetler’i bir de bu açıdan değerlendirmekte yarar var. Kim tarafından yazıldığını bilmediğim ama pek sevdiğim şu diyalog, meramımı özetleyebilir belki:<br />
<br />
“Anne bak, kral çıplak!”<br />
“Yavrum, mesele kralın çıplak olması değil; kralın <i>olması</i>.”Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-24140003044859554272011-03-01T11:38:00.006+02:002011-03-01T22:16:07.299+02:00Kamboçya’nın Gayrisafi Milli Hasılasını Artırmak Üzerine Bir Deneme<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEir-RinNCWk-jacMvE4sWYOG5jyk3iwPzknJ_sJcj1jsBZ-YAcbQGFvo7vBCwWrW19dQ1eO1BHmJTmOhylitpZzWvpexO8YoH1sK8ck3ROKBPvTnZmPYLT4bsJaCuScYrREK9ptAwBYavc/s1600/jilet.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 184px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEir-RinNCWk-jacMvE4sWYOG5jyk3iwPzknJ_sJcj1jsBZ-YAcbQGFvo7vBCwWrW19dQ1eO1BHmJTmOhylitpZzWvpexO8YoH1sK8ck3ROKBPvTnZmPYLT4bsJaCuScYrREK9ptAwBYavc/s320/jilet.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5579044343239711666" /></a>Cebimde bir jilet var. O evden çıkarken, yarım saat sonra bir sosyal deney yapacağımı planlayarak almadım yanıma onu elbette. Sakal tıraşı olmak ya da birini öldürmek için de değil pekala; öylesine bir tekini karanlık banyodaki çamaşır makinesinin üzerinde duran onlu paketin içinden kimsenin bilmesi gerekmeyen bir iş için çekip almış olmalıyım. Daha önce milyonlarca kez aşındırdığım cadde ve sokaklarda bu berbat havada ne işim olduğuna, beş yıllık arkadaşıma karşı birden bire beliren asılma güdüsüne, montun kapüşonunu kafama geçirip atkıyı suratıma dolasam, sağ çaprazda duran kuyumcu dükkanının vitrininine tüm hızımla daldığımda olayı ufak sıyrıklarla atlatıp atlatamayacağıma, beş yıldan önce bitmeyecek gibi duran metro inşaatı sürüyorken çevrede açılmak üzere olan fast food dükkanını tadilatı esnasında tahrip ederek açılış tarihini olabildiğince erteletip erteletemeyeceğime, ve tüm bunlar aklımı aynı zaman diliminde meşgul ederken, tenha bir sokağın ıssız bir köşesinde cebimden çıkardığım jiletle önce sol sonra sağ bileğimdeki damarları parçalayarak yaratacağım kan kaybıyla bilincimin yok oluş sürecine tanıklık ederken birilerinin tesadüfen bana rastlayıp yaşamaya devam etmem için ambulans çağırıp çağırmayacağına dair en ufak fikrim yok. Buna karşın zihnimde bugün kurtulmak ya da mümkünse ilgimi çekenleriyle takas etmek istediğim ve birçoklarının sahip olmak isteyeceği türden olduğuna sizi temin edebileceğim tonla bilgi kırıntısı var. Neden sustuğumu, onlara içimi açmadığımı soran insanlarla, veya nasıl yapılacağına dair somut bir yöntem göremediğim ve fakat mevcut toplumsal normların hakimiyetinde olagelmesi halinde bundan daha iyi bir durum vaat edemeyeceğini kestirebildiğim devrimle hiçbir sorunum yok. Şimdilik. Yine de kendini uyuşturmaya yarayan rutinlerinden uzaklaştığında aklını yitirmeye bu denli yaklaşabileceği izlenimini veren bir insan tanıdığımı sanmıyorum. Tüm bunlar manidar bir olay karşısında o kaynağı belirsiz, kendinden emin gülümsemesini yüzünden eksik etmeyen, yanak kaslarının yardımıyla suratında bir tebessüm yaratmaktan daha radikal bir şey yapmamaya kendini programlamış bilgenin suratında hiçbir beklenti veya amaç taşımaksızın patlamaya hazırlanan dilsiz yumruğa ya da aklını çevrede kendine benzeyen birilerinin var olma ihtimaline bağlayan, samimiyet abidesi bir meczupa dönüşmenin sancılarını andırıyor. Bir yazı yazıp okuyanının canını sıkmaya, kısa süreli bir etki yaratmaya, ve fakat fazla zorlamaksızın, en fazla on dakika sonra eskisi gibi çayını içip televizyonunu seyretmekten kimseyi mahrum etmemeyi planlamak, amatör bir yazarın suratında da tebessüm yaratan cinsten bir uğraş. İnsanların yaşamlarında dönem dönem oluşan sancılı süreçlerin genelde hiç birbiriyle rastlaşmamasının üzücü olup olmadığı üzerine kafa yormaksa işin bir başka boyutu. İtiraf etmeliyim ki insanların çoğunun bu denli hımbıllaşmış olması, filmlerde görüp de öykündüğü şeylerin benzerlerine kendi yaşamlarında rastladıklarında burun kıvırması ve üstüne üstlük romantik olduğunu iddia etmesi canımı sıkıyor. Manikürlü ellerinin çekiciliğini Dario Fo okuyarak gözümde on katına çıkaran, servis aracındaki o kadının heyecansızlığı ve bir yıl boyunca aynı duraklarda karşılaşıp aynı dershanede bulunduğum kadının -blogunda harika şeyler yazmasına rağmen- sahip olduğu kayıtsız kişilik veya unutkanlık da cabası. Yine de evinde tek başına aşk filmi izleyip anırırcasına ağlayan, çeşitli mecralarda yalnızlığının kendisinde yarattığı derin izleri en ince ayrıntısına dek işleyen, sahip olduğu açgözlülük yüzünden çevresindeki insanlara baktığında tek kullanımlık birer prezervatiften başka şey göremeyen -olasılıkla mazoşist- bünyeler hakkında ahkam kesecek kadar kusursuz olduğumu sanmıyorum. Sonuçta, cepteki jiletle kendini öldürmeyi bir an göze almakla, tek başına izlenen aşk filmi esnasında hönkürerek ağlamak arasında pek de fark yok; nihayetinde hepsi bir.Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-9482109103957978112011-01-08T15:36:00.009+02:002011-01-12T13:31:33.927+02:00Yeni Hayat<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgix0q20KlgnODY_xqP8FZaTujrYy3iecJuQ09EY6rDAR8fSoapKV_FNV1d9NBr1WwlEZkaNx5vpa3TcTggvb_n2HeiYZxbhVn6hThw9sQmWHbLjwut-KHjRLXQ50wOU3i8NwQgBP_hmSw/s1600/asure.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgix0q20KlgnODY_xqP8FZaTujrYy3iecJuQ09EY6rDAR8fSoapKV_FNV1d9NBr1WwlEZkaNx5vpa3TcTggvb_n2HeiYZxbhVn6hThw9sQmWHbLjwut-KHjRLXQ50wOU3i8NwQgBP_hmSw/s320/asure.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5559810537292366258" /></a>Sen gittin gideli, ben yeni alışkanlıklar edindim bebek.<br /><br />Eski takıntılarımı aşıp yenilerine kapıldım. Artık seni düşünürken suratımda oluşan ebleh tebessümü kontrol edemeyip 'acaba o da beni düşünüyor mu' diye kafamı yormuyorum eskisi gibi. Beklentim kalmadı çünkü. Senin de beni düşünüp düşünmediğini bilmek fena olmazdı ya. Yine de böylesi iyi; en azından hayal kırıklığı yaşama riskim yok, kafam rahat. Bana bir kez bile mektup göndermemiş olmana rağmen, nereden alıştıysam, apartman girişindeki posta kutusuna bakmadan geçemiyorum. Oysa yeni adresimden haberdar olmadığını biliyorum. Daha önce yazdığım hiçbir mektubu yanıtlamamıştın gerçi; ama olsun, sahiden takmıyorum bunları. Ben daha çok evin sessizleşmesinden rahatsızım. Birlikte hepsini en az iki yüzer kez dinlediğimizden, kazara anıları canlandırır diye, müzik arşivimdeki tüm parçaları silmek zorunda kaldım. Tüm DVD'leri de yeğenime verdim; bir tek A Bout de Souffle hariç. Özel bir önemi yok aslında, öylesine bir tane seçtim o kadar filmin arasından; hatta doğrusunu istersen, hiç sevmem o filmi. Kendi kendime eğlenmeyi hatırladım bu arada, sanki karşımda sen varmışsın gibi, kendi kendime espri yapıp ardından gülmeyi. Günler birbirine benzediğinde çabuk geçerler sanırdım seninle birlikteyken; oysa öyle değilmiş. Günler yine birbirine benziyor ama böyle hiç de çabuk geçmiyor.<br /><br />Son bir aydır evden çıkamıyorum bebek. Nohut, pirinç ve kuru üzümden başka erzak kalmamış, ben de kendime aşure yaptım yedim bugün. Sakallarım bir aydır tıraşsız; aynı tişörtü iki buçuk haftadır üzerimden çıkarmadığım için koltuk altımdan haberim yok; öğle yemeğimi (aşure) yedikten sonra işemeye gittiğimde, benim küçüğün çevresini ufak bir ormanın kapladığını fark ettim. Sen yanımdayken en fazla on günde bir etek tıraşı olduğum günler vardı; artık yok. Eskisinden daha pis ve özgürüm. Bu açıdan bakılınca iyiyim yani.<br /><br />Biriken çöpleri almaya gelen apartman görevlisine (Kapıcı demiyorum artık, bu da yeni alışkanlıklarımdan.) nereden bakılsa on gündür açmıyordum kapıyı; ama bugün, evi tamamıyla saran kesif kokudan kurtulmak için mecburen açtım. Son bir aydır gördüğüm tek insan, apartman görevlimiz Salih abi. O da pek konuşkan biri değil, aynı benim gibi. En son ne zaman diyalog kurduğumuzu anımsayamıyorum. Belki de hiç kurmadık?.. Neyse.<br /><br />Daha ilk şoku atlatamadığım dönemde, yakın arkadaşlarımdan birkaçı bir 'fuckbuddy' bulup beden ve zihin formumu korumam gerektiğini söylemişti. Çok düşündüm bunu; çünkü üzüntümü ve sıkıntımı çevreye yansıtmak istemiyordum. Gerçi hiçbir zaman böyle biri olmadım. Bir kere söyleyip ardından üstelemediklerine göre porno arşivi işimi görmek için şimdilik yeterli oluyor. Uzun zamandan sonra elimle temas kurmayı hatırladım, eski pratiğimi tekrar kazandım. Bu arada, peçete ve sabun stoklarım bitmek üzere, dışarı çıkmak zorunda kalacağım gün yaklaşıyor demek...<br /><br />Yokluğunda, can sıkıntısından pipoya başlamaya da karar verdim bebek. Kapalı Çarşı'daki tüm esnafları teker teker gezdim; ama hepsinden ekseriyetle aynı cevabı aldım: "Prensip olarak, ropdöşambır ve kürk mantosu olmayanlara pipo satmıyoruz kardeşim!" Vazgeçtim. Birtakım öyküler yazmayı denedim, dergilere göndermek için, o da olmadı. Meğer yazdığım her hikayede seni anımsatan karakterler yaratmışım, farkına varınca, yazmayı da bıraktım. Şu sıralar başka uğraşılar arıyorum.<br /><br />Velhasıl, sen gittin gideli, ben kendimi bir türlü bulamadım bebek. Oysa varlığını hissetmek bile güzel. Beni ayakta tutan da, emin değilim ama, bu olsa gerek. Belki biraz da, aşure.Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-35214030696960062432011-01-05T13:40:00.008+02:002011-01-06T17:23:29.186+02:00Frekans ve Uyum ile Rüyanın Sonu<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjT5AgfvvrVce7OlFHe0YK-gNFf85fhE0wVyuxUhppBlkFYdrLdFf32xAS8Wfako-hQhm-p-abhdk6XRK0jDWhHjZAiTLrBLwjLDdvO9IMbJEZXsZjY0GfA0frnvBmHPmJgTsj1jUle7XY/s1600/frekans.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 294px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjT5AgfvvrVce7OlFHe0YK-gNFf85fhE0wVyuxUhppBlkFYdrLdFf32xAS8Wfako-hQhm-p-abhdk6XRK0jDWhHjZAiTLrBLwjLDdvO9IMbJEZXsZjY0GfA0frnvBmHPmJgTsj1jUle7XY/s320/frekans.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5558667975169216610" /></a>Ne yakın ne uzak bir akraba aracılığıyla kısa bir dönem muhatap olunmuş ve pek ısınılamamış (hisler karşılıklı olsa gerek) birinden basit bir istek mesajı alınmıştır. Olasılıkla başka kimselere de aynen gönderilmiş, toplu bir mesaj: hitapsız. Pek de umursanmayan biri olmasına karşın, önce -kaynağı bilinmeyen bir içtenlikle- yardım etmeye çalışılmış; ama çıkan basit bir engelde vazgeçilmiştir. Umursanmayan/umursanılmayan birine neden yardım etmek istenir? Kişiyi yardım etmesi için harekete geçiren his halihazırda bilinmektedir. Şans eseri biriyle tanışılır ve genel olarak hakkında söz etmenin bile anlamsız bulunduğu (Sahi, hakkında konuşmanın anlamlı olduğu bir şey var mı?) en temel meselelere bile farklı yaklaşıldığı görülür; hatta konuşmanın ileri safhalarında gerçeklik algısı yitirilir; dahası, bir noktadan sonra, aynı şeylerden bahsedilip edilmediğinden dahi şüpheye düşülür. Sonra, uzun bir müddet sonra, dışarıdakilere, göremedikleri düşünülen şeyleri algılamaları adına doğrudan dil dökmenin ne kadar anlamsız, acınası, belki iyi ama art-niyetli ve boş bir çaba olduğu gerçeğine uyanıldığı an, o güne dek yapılan her şeye teker teker yabancılaşılır; hayattaki o gün ve benzer olayların var olduğu günlerin hiç yaşanmamış olması dilenir. Bir şeyler için bilinçsizce çabalanmış, fakat sonunda, daha evvel görülmeyen bir tek -fakat hayati önem arz eden- şeyin farkına varıldığında geçmişteki her şeyden tümüyle vazgeçilmeye karar verilmiştir. Ardından aynaya bakıldığında görülen tek şey paramparça olmuş duvardır - ki o yıkık duvar artık bazı insanlarla göz göze gelindiğinde adeta çırılçıplak hissedilmesine neden olan bir ürpertinin kaynağı olacaktır. Kozaya çekilmeye atılacak ilk adımın hemen öncesi bu olsa gerek. Velhasıl, alınan mesajdan sonra kişinin içinde oluşan yardım etme isteğini yönlendiren ve hala bir şeyler için zavallı bir umut taşıdığının göstergesi olan his, şu an hakkında yazılırken bile yerin dibine geçilmesine sebep olan bir şeydir.<br /><br />Ne utanç verici... Yalnız, bir insana yardım etmek için zihinde oluşan çağrışımlar, bağlantılar... Bu nasıl bir mekanizma, nasıl bir refleks, ha? Hala bir şeyleri -böyle- değiştirebileceğine dair küçük de olsa umut taşımak insanı nerelere düşürüyor, nasıl ayaklar altına alıyor, kendi özlüğünden koparıp tuhaflaştırıyor... Dahası, tüm bunlardan vazgeçmeye karar verip de konuşmaya, yazmaya hala devam etmek; tarifsiz bir acı.<br /><br />Altmetinle (Görebildiniz mi?) uzaktan yakından ilgisi olmamakla beraber yazmaya devam etmek, hala (Evet, hala?) bir şeyler anlatmak nasıl bir ıstırap bilemezsiniz. Demek istediğim... yani demek istemediğim.... söz etmek ya da anlatmaktansa yalnızca yaşamak, ve üzerinde bir kelime dahi etmeksizin katlanılması gereken şeyleri anlatmak zorunda kalmanın beni nerelere sürüklediğini görebiliyor musunuz? Anlıyor musunuz? Şu an yazmak, konuşmak, nefes almak, bilincime maruz kalmak, ya da hala, nedensiz, kaynaksız bir umut taşımak beni kendimden koparıyor; bugüne kadarki her şeyi unutup geride bırakmış olma isteği beni kaçmaya; bir şeyleri paylaştığım insanlarla -herhangi bir şeyler "paylaşmayı" unutana dek- oralarda bir yerde kendimi tecrit etmeye zorluyor.<br /><br />Kendilerini hapsettikleri tuhaf, yapay mutluluk evrenini, algı mekanizmalarını kapalı tutmalarına borçlu olan -ve en acısı, bundan en ufak rahatsızlık duymayan- insanlarla dalga geçmekte bir an bile zorluk yaşamazken; tek tük rastladığım ve iletişim kurulabilir, başka bir deyişle, frekans uyumu taşıyan insanların bende yarattığı çocuksu heyecan onlarla kurabileceğim olası bağlantıyı bile sekteye uğrattı çoğu zaman. Ve ben artık yorulduğumu, sürekli kendine çıkan çabalarımın -en azından bu boyutta- sonuna vardığımı, bu sıkıntılı ruh halinden kurtulana dek rutin hayatım dışında hiçbir şeyle uğraşmamam gerektiğini biliyorum.Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-66379830220869689122010-12-05T19:06:00.010+02:002010-12-05T19:43:37.823+02:00Muğlak Bir Kitleyi Duyma Denemesi<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8FXOMlGlGSHgv3cK0dAIZUw9n5VxI7y0Tl7xTH3btu445GhacOcyCV7bNUMYulzixXhDcga65UKyT1rI4eBmUKpWArNV_7LMCACQkBVPpT-Z497RX2u9OTQEjW99gqgWtePfos3KTEbE/s1600/note.JPG"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 273px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8FXOMlGlGSHgv3cK0dAIZUw9n5VxI7y0Tl7xTH3btu445GhacOcyCV7bNUMYulzixXhDcga65UKyT1rI4eBmUKpWArNV_7LMCACQkBVPpT-Z497RX2u9OTQEjW99gqgWtePfos3KTEbE/s320/note.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5547255219349675202" /></a>Merhaba. Gün geçmiyor ki, internet dediğimiz enformasyon çöplüğünden kaptığımız yarım yamalak, temelsiz, tonlarca zırva daha zihnimizin köşelerinde yer edinmesin. Zamanla insan alışıyor ama yine de belirtmeliyim ki, kulaktan dolma onca saçmalığın maksatlı şekilde aktarıldığı, birçoğumuzun aptal reflekslerinin iletken bir güç haline evriltilmek suretiyle sömürüye tâbi tutulduğumuz -büyük oranda- bir çöplükten ibaret burası. Her birimize çocukluğumuzdan bu yana sistemin dört koldan dayattığı eylemler “alışkanlık” halini almış durumda. Sömürünün ayırdına varılamaması adına ortaya konan birçok metot gündemde. Türlü aygıtları vasıtasıyla, farkındalık kazanılmasının önüne geçerek kendini “eğlence” yoluyla pazarlayan; propagandasını da aynen böyle yürüten bir olgudan söz ediyorum. Her gün ama her gün, birilerini bilinçlendirmeye yaradığına emin olduğumuz alışkanlıklarımızı ortaya koyduğumuz esnada bile, hiçbir kaybımız olmadığı için -ve belki de tam bu yüzden çekici gelen- mantıklı addettiğimiz birtakım sanal etkinliklerde bulunuyoruz. Durumun vahametine dair en ufak bir kuşku duyduğumuz noktada, farkına varabildiğimiz ölçüde, bir şeyleri sahiden değiştirmeye asıl noktadan, yani kendimizden başlamış olacağız. <br /><br /><strong>Dikkat!</strong> Bu notu okumaya başlayıp da buraya kadar okuduklarında pek de bir numara göremeyen okumayı bırakabilir, zaten bu konu bitti, aşağıda büyük oranda alakasız bir konudan söz edeceğim.<br /><br /><strong>***</strong> <br /><br />Aslında bu nota başlarken aklımda başka bir şeyden söz etmek vardı. Küçük burjuva olmanın doğası gereği, birçoğumuzda beliren kronik bir hastalık var. Vakti zamanında sarf edildiğinde, taşıdığı mana bir yana, ödemesi cesaret isteyen büyük bedelleri de beraberinde getiren birtakım özlü sözleri yahut sloganları bugün görüp, anlık da olsa etkilenip bir anlık beliren gaza gelme durumu; ve birkaç dakikanın ardından balık hafızamıza, kaybolan şevkimize yenik düşerek, kendi yağında kavrulan vasat yaşamlarımıza tıpış tıpış geri dönmeyle son buluş… Binlerce kez yaşadığımız ve kendiliğinden son bulacağını sanmayı sürdürürsek daha milyonlarca kez yaşayacağımız bu duruma bir tanı koyma gerekliliği olduğu muhakkak. <br /><br /><strong>***</strong><br /><br />Şimdi, eğer yazdıklarımdan en ufak bir mana çıkarabiliyorsan... Önce mutfağa gidip bir bardak su içmeni, sonra da “dış” ile tüm irtibatı kesip “iç”e dönerek beş dakika kadar düşünmeni istiyorum bunu. Ya da boş ver, ne düşüneceksin. Beş dakika düşünmekle falan olmaz bu iş. Farklı yöntemler var, kişiden kişiye değişen ama nihayetinde aynı yolda birleşen. Biraz uğraşırsan bulursun diye umuyorum.<br />Yine gelemedim asıl söz etmek istediğim konuya, ama neyse, ona da bir dahaki notlarda gelirim artık.<br /><br />Kolaylıklar, <br />SinanSinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-51947747430514425502010-11-16T16:57:00.008+02:002010-11-25T16:22:05.425+02:00Kurbanlık Koyun Tahsin ve Ben<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCLVuZmGC25qnp49vvYkaCODCAQrx2u4YCLFpb7hIzG4Ct0mtcjl60quxYn85ltUcrvc2IJukjKq8Z5mc3gVdomPiStDhGMNj_LiSmuAGbCPY0-i1UTLyWWmL2Lcdoh9b1sPFgp-T0weM/s1600/koyun.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 287px; height: 238px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhCLVuZmGC25qnp49vvYkaCODCAQrx2u4YCLFpb7hIzG4Ct0mtcjl60quxYn85ltUcrvc2IJukjKq8Z5mc3gVdomPiStDhGMNj_LiSmuAGbCPY0-i1UTLyWWmL2Lcdoh9b1sPFgp-T0weM/s320/koyun.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5540162213766326978" /></a>Bu sabah ekmek almak üzere fırına doğru yürürken, yolun kenarındaki evlerden birinin bahçesinde direğe bağlanmış bekleyen bir kurbanlık koyunla tanıştım. Aramızda geçen diyalog ve sonrasında tanık olduğum şeylerden çok etkilendiğim için anlatmak istiyorum.<br /><br /> Koyunumuz iki buçuk yaşında, adı Tahsin. Bahçenin yanından geçtiğim esnada bir ıslık duyarak soluma doğru baktım ki, ıslığı çalan bu Tahsin denen arkadaşmış. İlkin “ne var?” gibisinden sol gözümü kırpıp başımı sağa sola sallayarak ciddi bir karşılık verdim. “Bir dakika bakar mısın?” der gibi sol ön bacağını bir anlık kaldırıp indirdi. Yanına doğru gittim, adını söyledi, el sıkışmak için atıldım, o da çabaladı ama maalesef direğe bağlı olduğu ve ben de bahçeye girmeye çekindiğim için birbirimize ulaşamadık.<br /><br />— Her neyse, no problem, dedi. Mühim olan tanışmaktı.<br /><br />— Ee, anlat bakalım? dedim.<br /><br />— Malumun olduğu üzere bayram, ağabey, dedi. Biliyorsun, bizi zaten er ya da geç kesmek için güdüyorlar. Bu bayramın olayı sadece hepimizin bir arada ve göz önünde kesilmemiz... Belki de bu işe 'katliam' diyenleri yanıltan ayrıntı bu. Tabii ben de istemez miyim ömrümün baharında kesilmek yerine hayatım boyunca yaylalarda ovalarda gezmeyi, eğlenmeyi... Otçuluz en nihayetinde, aç da kalmayız.<br /><br />Samimi tavrı hoşuma gitti.<br /><br />— Vallahi altına imzamı atarım söylediklerinin Tahsinciğim, ezcümle haklısın... Aslında bana kalırsa sizin, yani tüm kesimlik hayvanların, kesilmenizin meşruiyeti derdinizi anlatamamanızdan ileri geliyor. Yani demem o ki, eğer iki dakikadır benimle konuştuğun şu şeyleri diğer arkadaşlarınla birlikte bir savcıya falan anlatabilseniz, bence size özel hukuk normları bile oluştururlar.<br /><br />— Hadi ya? Olur mu ki?<br /><br />— Tabii oğlum... Bizde bu işler böyledir, ağlamayana meme vermezler. Yahu biz insanlar kendi aramızda da eşit değiliz ki... Sadece şekilde sağlandı bizim eşitliğimiz de. Birtakım insanlar eskiden yalnızca derileri siyah oldukları için insan yerine koyulmayıp köle diye çalıştırılıyordu, ama onlar bir noktadan sonra direnip hakları için savaştılar ve kazandılar.<br /><br />— Bilemiyorum ki ağabey. Şimdi bizde olaylar farklı, biliyor musun... Sürülerden oluşuyoruz biz, daha sizin gibi inkişaf edemedik, sürünün başındaki nereye giderse ardından bizler de onu takip ederiz. Uçurumsa uçurum... Bu yüzden 'telef' oluyoruz zaten. Aklımız yok ki anasını satayım...<br /><br />— Oğlum sen benimle alay mı ediyorsun? Nasıl 'aklımız yok?' İki saattir bunları bana anlatıyorsun ya işte!..<br /><br />— Ağabey sen onu geç, benim yerime burada başka bir koyun olsa o da anlatırdı sana derdini. Sorun o değil zaten. Bizdeki açmaz birbirimizle anlaşamıyor olmamızda. Yani teker teker tüm insanlarla konuşabiliriz, bak mesela ben şu anda çevremizde kimse olmadığı için seninle konuşabiliyorum, ama çevrede -hayvan ya da insan- herhangi birisi daha olsa mümkün değil sana seslenemezdim. Yani... Ne bileyim, boşver! Söz ettiğim şeyleri öğrenmek kolay olmuyor. Doğduğumuz ilk dönem o kadar güzel geçiyor ki. Bütün gün kebap! Sonra... Neyse, az sonra zaten kesilip gideceğim ağabey. Seni de tutmayayım, evden beklerler.<br /><br />— Yahu açıkçası ne diyeceğimi bilemiyorum be Tahsin. Biz kendi kavgamıza dalmaktan sizi düşünememişiz, kusura bakmayın. Aslında hayvan hakları aktivistleri de var, ama bu işlerle uğraşacak kadar bilinçlenen insanlar köylerde beslenen hayvanların değil de, daha çok evlerde beslenebilen türlerin haklarını etkin savunuyorlar.<br /><br />— Evet, biliyorum ağabey. Başta konuştuk ya biraz. 'Katliam' diyorlar ama maşallah güzel güzel de yiyorlar etimizi. Bir yandan hak da veriyorum aslında, benim mis gibi etimi yemeyecek de kimin etini yiyecek! Vejetaryen olmasından iyidir. Çok kırılıyorum vejetaryenlere, biliyor musun... Yani ne bileyim, alınıyorum şahsen. Birçok arkadaşım da böyle düşünüyor.<br /><br />— Yok oğlum alınacak bir şey yok. Onlar, daha biraz evvel yaşayan, nefes alan bir canlının ölmüş bedenini yemenin aşağılayıcı bir şey olduğunun ayırdına varıp bundan rahatsız oldukları için öyleler. Sorun sizin etiniz değil. Hem sen de kendini metalaştırma yahu! Bak böyle olursanız sizi ömrü billah keser yerler işte. Hatayı biraz da kendinizde arayın.<br /><br />— Evet, haklısın ağabey. Kendimle çelişiyorum bazı bazı. Neyse, tanıştığımıza çok memnun oldum şahsen. Senin hakkında pek konuşamadık ama...<br /><br />— Yok canım önemli değil. Günün adamı sensin ne de olsa. Hehe.<br /><br />— Öyle tabii...<br /><br /> Bu son sözünü söylerken yüzünde buruk bir tebessüm belirdi. O an içimin nasıl acıdığını anlatamam. Tahsin'le ayrılıp fırına giderek iki ekmek aldım. Dönüşte Tahsin'in bulunduğu bahçenin önünden geçerken tüm aile çocuklarla birlikte toplanmış, velhasıl hazırlıklar tamamlanmıştı. Tahsin ayaklarından bağlanıp yere yatırılmış, satırlar bilenmekteydi. Gözleri bağlanmaya çalışıldığı esnada bir an göz göze geldik. Gözümü hemen kaçırdım, sanki onunla az evvel hiç konuşmamışım gibi, umursamaz tavırlarla geçip eve gittim.<br /><br /><em><a href="http://otobug.com/">OtoBug</a>'da yayımlandı.</em>Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-26156299855927823822010-10-24T17:36:00.005+03:002010-10-25T15:42:30.189+03:00Bu Muameleyi Hak Etmemesine Rağmen Kendisine Uzun Süre Başlık Bulunamamış Yazı<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJshTIUXks6HYOLO-2lNLlnMRa0wnIGkwG1nKY8f5EqRJL5ovoyrBqoGZmpAk1VI9ukwJVomdDQhAIr7lsNFrgkMZzg34YM-JUsZYTmI3UDN2Jb0h2innV7FloJMf_Z-uY-xZDhbZjZ1U/s1600/jean_seberg.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 257px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJshTIUXks6HYOLO-2lNLlnMRa0wnIGkwG1nKY8f5EqRJL5ovoyrBqoGZmpAk1VI9ukwJVomdDQhAIr7lsNFrgkMZzg34YM-JUsZYTmI3UDN2Jb0h2innV7FloJMf_Z-uY-xZDhbZjZ1U/s320/jean_seberg.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5531623002036840258" /></a>Ben bu yazıyı senin için, sana yazdım.<br /><br />Çünkü;<br /><br />Kabahatin kimde olduğunun önemi yok, istenmeyen koşulların bizi bu noktaya getirdiğini görmemiz gerek. Sen, ben ya da ötede duran, yüzü belirsiz adam... İtiraf edemesek de, mazoşist, arabesk bir haz almaya çabaladığımız ayrılığımız, doğru zamanda, doğru yerde, makul koşullarda karşılaşamadığımızdandır. Dışarıdaki hayat... Serseri kurşunların kimselere hissettirilmeden rastgele sıkıldığı büyük bir savaşı andırıyor. O ki, en büyük başarısı hislerimizi -çocuğun elinden şeker alır gibi- bizlerden alıp, anlık zihinsel hazlar veren işbu datalara ikimiz de dahil tüm cümle alemi mahkum etmek olan çılgın bir oyun adeta... Denizin dibinde irtibat kurmaya çabalarken yaşanan çaresizlik gibi, bir gün yüzeydeki nefesimiz de bitince, sözlerimiz ardımızda kalıp belki bizi yaşatacak, belki tarihin ağırlığının altında ezilip yok olacak. Yine de olayın bütünlüğünü kavramalısın: Biz, hepimiz, adeta su altında anlaşmaya çalışan iki insan gibi, umutsuzuz. Bazı bazı anlaştığımız, iletiştiğimiz hissine kapılsak da yanılırız. Hepsi birtakım kurallara, işleyişlere bağlı bir yanılsamanın parçası. Yine de söylemeliyim: Sende eşsiz bir tılsım var. Uzun vadede -tıpkı diğer her şey gibi- işe yaramayacağından kesinkes emin olsam da, bence bunu kullanmalısın. O zaman belki gözden geçirirsin onların koyduğu aptal kurallardan kaçmak isterken yakalandığın, tutarsız alınganlıklarının müsebbibi, ne idüğü belirsiz ilkelere daha fazla sarılmayı.<br /><br />Bilmelisin ki, sana bunları ben değil, içimde biriken, hislerden yoksun acı hatıralar anlatıyor. Öyle ki, son zamanlarda korkuyu bile unutur, hiçbir şey hissedemez, dilendiremez haldeyim. Zaman zaman aklımıza gelip yüreğimize bir anda bıçak gibi saplanan, o sessiz hatıralardan söz ediyorum. Boşver. Oyna, işini yap ve bırak.<br /><br />Belki dalga geçmenin nötrleştirici boyutunu kavrayabilirsin. Yine de asla unutma; hiçbir şey bu denli basit değil, hatta dalga geçmek bile. Unutma ki, iplerinin kontrolünün sende olduğunu kanıtlayıp onlara nanik yapman hiçbir şeyi çözmeye yetmeyecek. Hoş, öyle bir iddian olmadığını da biliyorum pekala. Bunlar üzerine hiç müşterek halde kafa yormadık, diğerleri mevzubahis olduğunda ise hiç değilse anlaşabildiğimizi umduk.<br /><br />Işığın ebediyen söneceği o huzurlu ana dek, dilediğin gibi yaşamakta özgürsün. Ben, her şeye rağmen, göremediğimiz uzak diyarlarda yaşama kavgası verenlere aşıladığı umudu hissettiğim, belki de hissetmeyi, görmelerini umduğum birtakım 'şeyleri' sürdürmem gerektiğine inanıyorum. Gerçekte inanacak hiçbir şeyim olmadığının ayırdına varıp kafayı sıyırmaya ramak kala yaşama ancak tutunabildiğim için de olsa, bu beni uyuşturuyor. İhtiyacım olan yegane şeyin uyuşturulmak olduğunu, aksi takdirde etrafımdaki her şeyle birlikte havaya uçup yok olma potansiyeli taşıdığımı biliyorsun.<br /><br />Yollarımızın kesişme olasılığının, birbirine paralel çizilmiş iki doğrununki kadar olduğu gerçeğinin son derece ayırdındayım; fakat bir gün, özgürlüğün bilinmezliğini birlikte ya da teker teker aşarak zaferimizi ilan ettiğimiz bir dünyaya uyanmayı senin de en az benim kadar arzuladığını biliyorum. Kim bilir, belki bir gün, birbiriyle asla buluşamayacak paralel iki doğrudan ziyade, ileride, yolun bir noktasında birbirine kenetlenecek raylar gibi umutla dolarız. İşte yalnız bu umudun verdiği takatle;<br /><br />Ben bu yazıyı senin için, sana yazdım.<br /><br /><em><a href="http://otobug.com/">OtoBug</a>'da yayımlandı.</em>Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com3tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-85830592747455221892010-09-21T14:23:00.004+03:002010-10-24T17:48:33.002+03:00Telkinsiz<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdp5ZLAjnWbv60hc_aWMJ9A0Ee2NHIACuxtqygqIVPU6QrlZ0uP8dPQGxxCGXHkzzvGASPjD7_VkfUbkbWBUxvDOk82_UA2wz2Ph1kZGNxw9lSaP4YLSML8sdEcgtqsiQovcZCDj2okJg/s1600/a.JPG"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 217px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdp5ZLAjnWbv60hc_aWMJ9A0Ee2NHIACuxtqygqIVPU6QrlZ0uP8dPQGxxCGXHkzzvGASPjD7_VkfUbkbWBUxvDOk82_UA2wz2Ph1kZGNxw9lSaP4YLSML8sdEcgtqsiQovcZCDj2okJg/s320/a.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5519329437231626002" /></a>Bomboş sokaklarda yürüdüğüm gecelerin birinde, önce aniden kollarımın lüzumsuz şeyler olduğunu fark ettiğimi, ardından epeyce duraksadığımı anımsıyorum. O zamanlar, kulaklarımda sesi yankılanan adımlarıma, ıslık çalarak uyum sağlamaya çalışırdım. Ellerim ceplerimdeyse, kollarımı ne yapacağımı bilemediğimdendi. Sanki bu beden bana ait değil gibi, onu doğru yönetemiyordum. Kamburum çıkık, boynum eğik... Aynada birini görüyor, fakat tanıyamıyordum. Bir tek gözlerim yansıtabiliyordu, tanımlayamadığım ama "benden" o şeyleri. Bir çıkış yoluna ulaşmak umuduyla, kazacak tüneller arıyordum.<br /><br />Büyüdüğümü; en diplere gömdüğümü sandığım tüm travmalarımın teker teker su yüzüne çıktığı anlarda inkar ettiğimi anımsıyorum. Bacaklarımın aceleye getirilmiş, saçma, imalat hatası birer aparat olduğuna ciddi ciddi inandığımı... Zira "bacakları değil, aklı götürebilir(di) insanı özgürlüğe."<br /><br />Kimseye en ufak telkinde bulunamayacak kadar güçsüzleşip yüzüstü yere kapaklandığımı anımsıyorum. Midemin bulandığını, başımın döndüğünü ve fakat kusamadığımı... Gülmek istediğimde ağzımın yeteri kadar açılmadığını, kör bir bıçak kapıp onu yardığımı ve bundan büyük zevk aldığımı...<br /><br />Posta kutusuna her baktığımda uzun zamandır beklediğim bir mektupta yazılacak muhtemel sözcükleri günün her dakikasında nasıl da yoğun düşlediğimi anımsıyorum. Bir mektubun belirleyecebileceği geleceğin benim olduğunu kabullenirken hiç zorlanmadığımı, bazen, gördüğüm rüyaların birinde kısılıp sonsuza dek kalmak ıstediğimi de.<br /><br />Uzun zamandır içimde kanayacağı günü beklediğim derin bir yara var. Kanasa bir şeyler değişir mi, bilmiyorum. Yine de çarem yok; bekliyorum.<br /><br /><em><a href="http://otobug.com/">OtoBug</a>'da yayımlandı.</em>Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-64557958765716323072010-09-10T17:56:00.005+03:002010-10-24T17:50:17.364+03:00Referandum Üzerine Dağınık Düşünceler<a onblur="try {parent.deselectBloggerImageGracefully();} catch(e) {}" href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWHjhBd0GXONa6y9xBWonLrR6PmrUoWj3CNWW4wAMzvaxtN9ocIJWrwMFeU6IEolW5tdo6kHtxsUmvvdSMrxbuMzkN5jK98EfzzflSrxl7qZFzb2I9I0PcBdxZRh829YuBfjVDVeLaCJ8/s1600/44799_10150251440265128_667100127_14411797_3792542_n.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWHjhBd0GXONa6y9xBWonLrR6PmrUoWj3CNWW4wAMzvaxtN9ocIJWrwMFeU6IEolW5tdo6kHtxsUmvvdSMrxbuMzkN5jK98EfzzflSrxl7qZFzb2I9I0PcBdxZRh829YuBfjVDVeLaCJ8/s320/44799_10150251440265128_667100127_14411797_3792542_n.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5515300254187639842" /></a>Memlekette zaman zaman gündemi uzun süre meşgul eden kutuplaşmalar yaşanıyor. 12 Eylül 2010’da yapılacak referandum öncesinde de sözgelimi 22 Temmuz Seçimleri öncesi oluşan kutuplaşma ortamının bir benzerini görmekteyiz. Anımsanacağı gibi o seçimde ülkedeki pek çok fraksiyon “laik - anti laik” ya da “demokrat - anti demokrat” cepheler olarak AKP ve CHP gibi iki zıt çıkar çevresinin partileri etrafında toplanmış, sonuçta ‘anti laik’/‘demokrat’ AKP ikinci kez tek başına iktidar olmuştu.<br /><br />Referandumdan önce yeni anayasa taslağının hazırlanma ve oylanma sürecine gelinene dek geçirilen süreçleri anımsayalım.<br /><br />Sekiz yıllık iktidarında, yasama ve yürütme organları egemenliğinde olmasına rağmen, icraatları zaman zaman bürokratik engellere (Danıştay, Anayasa Mahkemesi vs.) takılan AKP için yeni bir anayasanın yürürlüğe sokulması çok büyük önem arz etmekte. Zira AKP, düzenin kabuk değişiminin gerçekleştirilmesi adına son 15 yıl içinde çeşitli dönüşümlere tabi tutularak bu günlere ulaşmış bir kadronun önderliğindeki bir oluşum. 80 öncesinden 90’ların ortalarına dek radikal islamcı hareketlerde yetişmiş, 12 Eylül darbesinden itibaren devlet eliyle koruyup kollanmış, fakat kendisi için çizilen sınırları asmaya teşebbüs ettiği anlarda yine kendisini büyütüp besleyen devlet tarafından 'balans ayarı' almış bir ideolojik akımın genç temsilcileri, rejimi yıkmaktan vazgeçerek daha legal yöntemlerle iktidarı ele almak için tüm şartların tam manasıyla olgunlaştığı bir dönemde yola koyuldular. Sonuç olarak 2002’de elde ettikleri iktidarı hala ellerinde tutuyorlar.<br /><br />6 milyon aktif üyesi olduğu söylenen, ekonomik temelli fakat dini değerlerin de öne çıkarıldığı, çeşitli sektörlerde faaliyet yürüten bir cemaatin açık desteğini alan, geçmişinde kemalist rejimi yıkmaya ant içmiş bir siyasi hareketin karşısına elbette kendini rejimin bekçisi addeden kesimler de dikilecekti. Bunlar neo-kemalizm fikriyatını benimsemiş, kendilerine ‘ulusalcı’ diyen ve ekseriyetle CHP’de yuvalanmış kadrolardı. Bu çevre bürokrasiye hala büyük oranda egemen, fakat artik miadı dolmak üzere -hatta kimine göre çoktan dolmuş- olan, küresel sermaye odaklarının sadık müttefikliğini uzun süre devam ettirmiş, fakat son on yıldır yeni dünya düzeninin müjdeleyicileri tarafından gözden çıkarılmış olmanın şaşkınlığı, huzursuzlugu içinde kıvranmakta; velhasıl artık tasfiye olma korkusu taşıyan ‘eski düzen’ savunucularından oluşuyor.<br /><br />Çok partili döneme geçildiğinden beri çoğunlukla sağ iktidarlar tarafından yönetilmiş bir ülkede AKP döneminde, tıpkı 50’lerdeki CHP-DP kutuplaşması gibi, böylesine sert ikili kutuplaşmaların doruğa çıkmasının sebebi ne olabilir? 50’li yıllarda iktidarı elinde bulunduran DP, aldığı yüksek oy oranının sarhoşluğuyla ‘devlet partisi’ CHP’nin yerini almak için türlü baskılar uygulamış, Tahkikat Komisyonu'yla CHP’yi kapatmaya teşebbüs etmiş ve ardından da demokrasi kültürünün küreselleşmediği bir dönemde askeri darbeye maruz kalarak yıkılmıştı. Bugün de AKP her ne kadar günün şartlarının getirisi olarak muhalefeti dönemin DP’si gibi alenen susturamıyor olsa bile, yine de hedefleri açısından 'Çağdaş Demokrat Parti' olarak sıfatlandırılabilir. Zaten Başbakan da her fırsatta Adnan Menderes'in siyasi mirasçısı olduğunu vurgulamakta.<br /><br />AKP, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri'yle olan ilişkilerde dışa açılmacı bir politika izlediği için memleketin eski solcularının (Oral Çalışlar, Murat Belge gibi günümüzün sol-liberalleri) ve liberal demokratların (Mümtaz'er Türköne, Nazlı Ilıcak, Taha Akyol gibi eski milliyetçi-mukaddesatçılar) desteğini almakta gecikmedi. Ne var ki dış politikadaki göreli başarılarından dolayı takdir toplayan hükümetin, içerideki örgütlü sivil faşizme ve günden güne artan insan hakları ihlallerine karşı acizliği ya da sessizliği bu kesimlerden yeterince tepki almadı; hatta neredeyse hepsi unutuldu.<br /><br />İnsan hakları ve demokrasi konusunda ilkeleri olduğunu iddia eden yayın organları, sivil toplum örgütleri ve yazarlar tarafından dahi "sanki bu ülkede insan hakları ihlalleri AKP'yle mi başladı, AKP'den önce bu ülke çok mu aydınlıktı? Sabahattin Ali'yi kimler öldürdü? Nazım Hikmet kimin döneminde hapse atıldı?" gibi savunma mekanizması mamulü 'düşündürücü' sorularla savunulabilen bir hükümet elbette bu söylemlerden cesaret alacak, kendine olan güvenini her geçen gün tazeleyecekti. Hrant Dink suikastında bile İçişleri Bakanlığı, Emniyet Genel Müdürlüğü gibi hükümete bağlı birimlerin sorumluluğu büyük bir cambazlıkla unutturulacak, her şey 'Ergenekoncular'ın üzerine yıkılacaktı. Dink ailesinin AİHM'e açtığı davada Türkiye Cumhuriyeti adına gönderdiği savunmada Dink'i Nazi ideologlarıyla bir tutmaya cüret edebilen, çatışmada öldürülen PKK militanlarının 'sünnetsiz' olduğunu ve bunu PKK'nin aslında illegal Ermeni örgütleri tarafından kurulmuş olduğunu ve onların maşası işlevini gördüğünü iddia eden, ana muhalefet liderinin soyunu sopunu araştırıp maksatlı imalarda bulunan, "önemli olan boy değil soy!" diyerek mantalitesini bir kez daha ifşa eden temsilcileri bulunan bir hükümet, hiçbir toplumsal mutabakat olmaksızın bir anayasa hazırlatıp, türlü tehdit ve baskılarla onaylanmasını istiyor...<br /><br />Bu denli yoğun bir baskı ortamında yeni anayasanın içeriğinin ne kadar önemi kalabilir, insanlar nasıl ona odaklanabilir? Zamanında 1982 Anayasası gibi tarihin gördüğü en berbat anayasalardan birini "en azından askeri yönetimden kurtulup demokratik parlamenter rejime geçiş yaparız" diyerek onaylayanlar şimdi çıkıp bu anayasaya askeri vesayetten kurtulmak adına "yetmez ama evet" diyerek gülünçleşiyorlar. Akıl hocaları 12 Eylül darbesini 'en derin duygularıyla' selamlamış, cuntanın liderini cennetlik ilan etmiş, bir ay kadar önce de bunun sebebini "zorunlu din derslerini yürürlüğe koymakta samimi idiyse Allah da onu affeder, dedim" diyerek açıklayan; kendileri de 12 Eylül darbesinin bağrından çıkmış siyasetçiler bugün darbecilerden hesap sorulacağını iddia ederek biz sıradan yurttaşları derin düşüncelere sevk ediyorlar. Yalnız karıştırdıkları bir nokta var gibi; biz üç-beş yıl önce planlanıp da başarısız olmuş darbelerden çok, halihazırda derin yaralarını taşıdığımız darbelerin izinin silinmesini istiyoruz. Darbecilerden hesap sorma görevi ise, tarihteki tüm darbelerin dayanağı, temel müsebbibi olan burjuvaziye teslim edilemeyecek kadar değerlidir.<br /><br />Velhasıl, toplumsal muhalefetin dikkate alınmadığı, yüzde 10 seçim barajının kaldırılmadığı, Kürt halkının sosyo-kültürel taleplerinin dikkate alınmadığı, vicdani red hakkının tanınmadığı bir değişiklik paketinde, mevcut 'askeri' anayasaya göre "yetmez ama..." denilebilecek 'sivil' bir şeyler göremiyorum. İlk üç maddeye değinmiyorum bile. Tüm bunların dışında AKP'nin -halihazırda kemalistlerin elindeki- bürokratik diktatörlüğü ele geçirmeye çalışması, HSYK'nin yapısının değiştirilmesi, 'toplu iş görüşmesi'nin 'toplu iş sözleşmesi' adını alarak kaydadeğer herhangi bir değişime uğramadan yürürlüğe girmesi ve benzeri değişikliklerin engellenmesi adına koparılan yaygaranın temelindeki endişeyi -her neyse- paylaşmıyorum. Ben bu referandumu ciddiye almıyorum ve sanırım böylece boykot ediyorum. Değişikliğe "(iki) hayır (birden)" diyen TKP'lilerce 'utangaç evetçi, ya da "(yetmez ama) evet" diyen DSİP'lilerce 'utangaç hayırcı' diye yaftalanarak maruz bırakıldığım psikolojik baskıya inat, ben bu referandumu boykot ediyorum. Evet ya da hayır, kararı her ne olursa olsun hiç kimseyi salt bu referandumdaki kararından dolayı "iktidar yalakası" ya da "ulusalcı" ilan etmeyecek kadar hala aklı başında kalabildiğim için mutluyum. Varacağı sonuçların kesinliği gün gibi ortada olan sistem içi çekişmeler, rejim muhalifleri için değersiz, boş tartışmalardır. Referandum için kararı 'hayır' olan Özgür Mumcu'nun 3 Eylül 2010 tarihli BirGün yazısında bir benzetmeyle açıkladığı gibi; "Marx, Spartacüs’ten 'antik proletarya’nın hakiki bir temsilcisi' diye boşuna bahsetmiyor. Bugün de 21. yüzyılın proletaryasının kendini temsili, herhalde Caesar’ların Pompey’lerin kavgalarından daha az önemli değildir."<br /><br /><em><a href="http://otobug.com/">OtoBug</a>'da yayımlandı.</em>Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-64853394203988990032010-05-08T01:49:00.004+03:002010-05-11T13:43:49.231+03:00Zamanın Ötesinden Notlar<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMHCLkl0mf_iILyI_4FTHurRNvQpusY466-Ig2LkvW7RfYu37T8Ia6kRdCJcDzI-IJlw7IBNia3W1iqQnPznjIh0WbDbYCI52_5w0O5bcT8yaY-KNtHwLfoxcFBxxuTCt-xD-ZfQoP160/s1600/zamanin_otesinden.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 229px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhMHCLkl0mf_iILyI_4FTHurRNvQpusY466-Ig2LkvW7RfYu37T8Ia6kRdCJcDzI-IJlw7IBNia3W1iqQnPznjIh0WbDbYCI52_5w0O5bcT8yaY-KNtHwLfoxcFBxxuTCt-xD-ZfQoP160/s320/zamanin_otesinden.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5468666312449866162" /></a>Nasıl bir giriş yapmalı, bilmiyorum. Son dönemde gün içinde yaşadığım herhangi bir şeyden artık bir rahatsızlık veya memnuniyet duyamıyorum. Monotonluk ve tepkisizliğe boyun eğmiş durumdayım anlayacağın. Yakın zamana kadar böyle değildi hâlbuki. Bir şeyler olur, küfredip rahatlar; başka bir şeyler olur, sevinmeye bahane ederdim. Monitörle öküz ve tren arasındaki o malum, seviyeli ilişkiyi yaşarken buluyorum kendimi bazen, nerede koptuğumu anımsayamadan. ‘Şeyleşme’ mi demişti birileri? Bilmem, belki de buydu yaşadığım.<br /><br /> Kışı tamamen geride bıraktığımız şu günlerde, hiç gün ışığı göremeden geçirdiğim kasvetli günleri atlatmanın bile sevincini değil, ‘hissizliğini’ yaşamaktayım. Oysa şu an sevinebilmek için en büyük malzeme bu, elimdeki. Akşamüstü dört buçukta havanın karardığı kış mevsiminde öğlen ikide uyanıp da ancak bir saat sonra kendime gelebildiğim, akabinde bir-iki saat içinde havanın karardığı günler pek uzağımda değil. Boş günlerimin birçoğunda da hâlen öyleyim aslında, ama aklımı kurtaran can simidi günlerin uzaması oldu galiba.<br /><br /> ***<br /><br /> Rezil bir ders programım var bu dönem, sevgili okur. Şöyle ki; normal şartlarda dört ya da beş güne bölünmesi beklenen derslerin tümünün pazartesi, salı ve çarşambaya sıkıştırılarak, alınabilecek verimin asgariye indirildiği bir dönemin ortasında, kapana kısılmış vaziyetteyim. Üç gün üst üste sabah 9 ile öğlen 4 arası neredeyse kesintisiz bir ders mesaisi… Sorun bu da değil aslında. O üç günü atlattıktan sonra düzensizliğin dibine vurulan dört günlük sürece girip, akabinde gelen haftanın ilk gününe pek de zinde girememekten mustaribim daha çok. İlk vizelerde şu ana dek aldığım tutarlı notları da (65, 40, 10, 10) en çok buna bağlamaktayım. Bir de, önemsiz bir ayrıntı da olsa, sınavlara çalışmamaya. Neden önemsiz ayrıntı olduğunu şöyle açıklayayım: Bugüne kadar -ÖSS’yi ayrı tutuyorum- zaten hiçbir sınava iki gün öncesinden çalışmamışımdır. Hep son gün çalışırım, ona da çalışmak denirse. Hatta bu dönem itibariyle bu alışkanlığımın da aşınmaya başladığını gözlemlemekteyim. Ders notlarına yalnızca yolda bakarak girdiğim sınavlar biliyorum. Peki, sınavlara çalışmamak, alınan kötü notlar övünülecek şeyler mi? Tabii ki hayır, kesinlikle değil. Yaşamımın hiçbir döneminde de sınavlara çalışmamakla övünmemişimdir. Bu durum benim için değiştiremediğim bir gerçeklikten ibaret yalnızca. Mantığını içselleştiremediğim bir şeyi, yapmadığım takdirde kötü sonuçlar doğuracağını kesinkes bilsem bile, asla yapamıyorum. Derste adı geçen kavramların, konuların önemsiz olup olmadığını otomatik olarak süzen, tanımlayamadığım bir mekanizmam var sanırım sevgili okur. Mekanizma yoksa bile kesin bir ‘güç’ var...<br /><br /> Merkez kampusa dikilmeye başlanan reklam panolarını, darp etmek suretiyle ağzını burnunu kırma ön hedefiyle bir yeraltı örgütü kurmak için dostlarımın nabzını yoklayıp lobi yürüttüm, ama ne yazık ki bir sonuç alamadım. Sahi, o panolar ne ara dikildi oraya? Yoksa hep vardı da şimdilerde mi farkına varıyorum? Bana bu denli batmalarının sebebi ne? Algıda seçiciliğimin bu panoları hedef tahtasına oturtmasının sebebi ne olabilir? Farkına varalım ya da varmayalım, diyalektiğin gözünü seveyim, sürekli değişmekteyiz. Kör birer oyun hamuru gibiyiz, oraya buraya çarpa çarpa şekilleniyoruz. Elimizde çevreyi yoklamaya yarar bir değnek varsa, bu değişim süreci planlanabiliyor aslında. Filmin senaryosunu yazmak elimizde yani, lakin önemli ayrıntı o ‘değneğe’ sahip olmak galiba...<br /><br /> ***<br /><br /> Dizi izleyemiyorum sevgili okur. Keza öykü kitabı da okuyamıyorum. Son birkaç ayda beliren bir hastalık bu. Film ve roman, tüketilmeye daha müsait geliyor. Bunun mantıklı bir açıklaması vardır diye umuyorum. Kısa süren, çabuk tüketilen şeylerin kalitesi yok mudur? Tabii ki vardır, ama az önce söyledim ya, garip bir mekanizma var benden içeri, her şeye benim adıma o karar veriyor. Ben sadece uyguluyorum. Nedenini bilmiyorum, yalnızca içimden gelen telkine uyuyorum. Death Note, Avatar: The Last Airbender, House MD vs. şu anda aklıma gelmeyen, izlenmesi önerilen birçok dizinin yanı sıra Sait Faik, Tezer Özlü, Adalet Ağaoğlu gibi nadide yazarların öykü kitapları kenarda dururken, ben nasıl bir mantığa dayanarak bunlara yanaşmaktan korkuyorum ki? Sorun tam burada galiba. Mesele mantıkla ilgisiz. Mantık - doğruluk gibi iki kavram arasındaki ilişkiye burada girmek istemem, lakin kısaca belirtmeliyim ki, mantıklı olanla doğru olan özdeş değildir her zaman. Hatta çoğunlukla değildir. Öyle olsaydı çok daha iyi bir dünyada yaşıyor olurduk. Zira sürdürülen ilişkilerin, yapılan eylemlerin birçoğu mantığa dayandırılarak yürütülüyor. İçinde bulunduğumuz durum ise bu. Evet bu.<br /><br /> Arada sırada sürecek bir serinin başlangıcı olabilir bu satırlar. On saniye önce düşündüm bunu. Olmayabilir de elbet.Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-64749523475522761352010-03-26T03:58:00.004+02:002010-03-26T15:32:45.769+02:00Dedim<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgp0MKdkvd6Nxn_G_oXb6LlArbIn1MLOE0yFkWr-VT-Xf8rkBr2unDddY8PBoxrpz1YV93-YOfwJ0sBV8BRoTLADYeKxDWkGjOMcgsCenl5xV0NGeOrSu5HM2HrQTcIPr3aYnOK4rfBDxo/s1600/dedim.JPG"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgp0MKdkvd6Nxn_G_oXb6LlArbIn1MLOE0yFkWr-VT-Xf8rkBr2unDddY8PBoxrpz1YV93-YOfwJ0sBV8BRoTLADYeKxDWkGjOMcgsCenl5xV0NGeOrSu5HM2HrQTcIPr3aYnOK4rfBDxo/s320/dedim.JPG" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5452934948796276962" /></a>Olmak istemediğim tüm o şeyleri olmaya çalışıp da beceremediğimde nefret ettim kendimden; bir tebessüm için verdikleri her kalıba yatmaktan utandım; her seferinde içimde kanırttıkları budaklı sopaları memnuniyetsizlikle geri çektiklerinde, tezgâhtan inerken izleyenlerin yüzüne bakmaktan utandım.<br /><br />Zayıflığımı fark etmelerinden korkup sayfalardan, cümlelerden çizgiler çekip anlamadıkları bir şeye sahipmişim gibi dolaştım kaygısız seslerinin çarptığı duvarların ardında, onlardan olmak isteği daha ağır basıncaya kadar içimde.<br /><br />Her seferinde o aynı tezgâha yatırıp kendilerini uygun kılan pervasızlıklarını yeterince sergileyene kadar gezinmelerini izledim üzerimde, hangi yönden, kimden geldiğini çözemediğim bir işaretle onaylanana kadar vesikaları.<br /><br />Bir parça da ben kapmak için nasıl görmezlikten gelebildiklerini anlamaya çalıştım, ayaklarının altında parçalanırken aklımın soylu yanları, ezilenin kırılan bedeni yerine yıkımın hazzından titreyen kasları taklit etmek için notlar aldım.<br /><br />Bilmem neden hiç durmadı üzerimde, tüm o provalara rağmen dikiş tutmadı yüzlerine baktığımda onlardan çaldıklarım, omuzlarımdan kayıp ayaklarıma kapandı topladıklarım. Kendi parçalarını görünce dehşetle bakıp yüzüme, onlarda ışıldayanların kokuşmuşluğundan bahsettiler nesnesi olduğum kutsal, erdemli ve süslü cümlelerle.<br /><br />Döndüm, bir sayfa daha örtüp korkunun üstüne, tükenmek için bekledim. Etimin sınırlarına dayanana kadar öfke, gözlerimi havada bir noktaya dikip bir an önce köşeyi dönerek görüş alanından çıkmaktı tek umduğum gelecek zamanlardan, dilleri sulanmadan.<br /><br />Sonra patladı bir şey, kendi ağırlığına dayanamayıp zihnimin ucundan düşen bir damla gibi koptu kendime duyduğum nefret, kalkıp dışarıda bir yerlere gitti; izini sürüp peşinden gittim.<br /><br />O yürürken eski kalıpların arasından peşi sıra yürüyüp yüzlerine baktım, önlerine yatmadım.<br /><br />Oldukları her şeyi ve olmayı denediğim her şeyi tek tek saydım, el sürmeden bıraktım.<br /><br />Ben, tüm haşmetinize ve zaferinizin kesinliğine rağmen duruyorum hep olduğum yerde, dedim.<br /><br />Lekelemiş olsam da öykünme çabasıyla, becerememiş olmak bile utanç hissetmemek için yeter şimdi, dedim.<br /><br />Ayağa kalkmış değilim, biliyorum. Henüz çevirdim başımı zevkten titreyen kaslarınızdan diğer tarafa ve umut, bir cümleniz, bir bakışınızla bile yaralanacak kadar toy, biliyorum.<br /><br />Bu yüzden birkaç coşkulu günün ardından bir el hareketinize, bir bakışınıza takılıp kalıyor; dizleri üzerine çökeni cesaretlendirecek bir cümle bulana kadar sayfalarda, sessizliğe sığınmaya çalışıyorum.<br /><br />Kısa cümleleri kızgınlıkla sertleştirip etrafıma serpiyorum, sizleri hayranlıkla seyrettiğim günlerin utancının susturduğu dilime dolanıp sahibine dönmesin diye, üzerinize saldığım nefret.<br /><br />Kimi zaman, çemberime başımı eğmeden yaklaşana bile batıyor dikenlerim, kalkanımı tutmaktan fark edemiyorum açtığım yarayı, bir ona eğiyorum artık başımı.<br /><br />Ama geçecek, hep geçecek. Bir kez çevirdim başımı diğer yana, geçmek zorunda.<br />Gün gelecek ‘sizden’ de kopacak o nefret, işte o zaman yeni bir şey olacak.<br />Adam, suyu bulacak.Atila Erdemirhttp://www.blogger.com/profile/05903623192566838332noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-70876831149068890702010-03-22T21:07:00.010+02:002010-04-18T22:30:01.189+03:00'24 Nisanlar'ın Kaderi ‘Travma’nın Sömürülmesi midir?<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0zMZT6RQXu3lLZXgSNn-9c377fx5jbXff8h3jZA5m64q_b3Vk8lU2aNgr6lYlzt5C7W2qKJEI_PpuyNp8McdQm0Z0muByPoJXbfX71YmgHYAWTuEc0rOyZC8RDu_09rhsXAIlBS_X0SA/s1600-h/ermeni_surgunu_1915.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 218px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj0zMZT6RQXu3lLZXgSNn-9c377fx5jbXff8h3jZA5m64q_b3Vk8lU2aNgr6lYlzt5C7W2qKJEI_PpuyNp8McdQm0Z0muByPoJXbfX71YmgHYAWTuEc0rOyZC8RDu_09rhsXAIlBS_X0SA/s320/ermeni_surgunu_1915.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5451552624664927170" /></a> 1915’ten günümüze değin ülkemizin buğulu geçmişine dair çeşitli çevrelerden farklı yorumlar alan bir 24 Nisan gününe daha varmak üzereyiz. Bilindiği gibi, 24 Nisan 1915 günü, Ermeni tehcirinin başlangıç tarihi olması dolayısıyla tarih için önemli bir yer teşkil etmekte. Kimileri bu olayı ‘soykırım’ olarak adlandırmakta ısrar ederken kimileri de savaş koşullarında meydana gelmiş ‘küçük çaplı çatışma olayları’ olarak adlandırıyor. Bu güne yaklaşılan her yıl olduğu gibi, bu yıl da çeşitli ülkelerin parlamentolarında mevzunun ‘ne idüğü’ tartışılıp birtakım kararlar alındı. Sözgelimi, ABD Temsilciler Meclisi’ne giden ‘Ermeni tasarısı’ onaylanarak geçerken, İsveç parlamentosunda da 1915 Olayları ‘soykırım’ olarak tescillendi. (Belli kesimlerce, Türkiye’nin AB’ye üye olma sürecinde en samimi ve kararlı tavrı koyan siyasî lider, ‘demokrasi fatihi’ olarak anılagelen Başbakan’ın, bu gelişmelere karşılık, muhalefetin de desteğini alarak ortaya koyduğu tavra, yazının sonunda kısaca değineceğim.)<br /><br />Soykırım (orijinali: Genocide), bir sözcük olarak, 1944’te türetilmiş bir hukukî kavram. Bu yüzden tarihçilerin bu konuyla ilgili ortaya atacağı düşüncelerin resmî anlamda bir bağlayıcılığı yok. Türk tezlerini savunanların bir kısmı bu bilgiye dayanarak, 1915’te ‘soykırım’ diye bir kavram olmadığını, bu yüzden de o dönemde vuku bulan olayların ‘soykırım’ diye tanımlanamayacağını iddia ediyorlar. Bu iddiaların elle tutulur bir yanı yok; çünkü bu, sözgelimi ilk insanların arasında yaşanan öldürme vakalarını da, o dönemde belki ‘dil’ olmadığını varsayarak ‘cinayet’ olarak tanımlayamamamıza neden olacaktır – ki bu da mümkün değildir. Aynı şekilde, Ermeni tezlerinde iddia edildiği gibi, ölü sayısının 2 milyon olduğunu varsaymamız bile, yaşanan olayların bir ‘soykırım’ olduğunu tek başına ispatlayabilecek bir argüman değildir. Öyle ki, soykırımın tanımında ‘belirli bir gruba yönelik uygulanan sistematik katliam’ sözüyle özetlenebilecek bir ibare geçiyor. Yani önemli olan ölü sayısının az ya da çok olması değil, kıyımın sistematik ve bilinçli olarak uygulanmasıdır. Bununla ilgili olarak Özgür Mumcu’nun 2006’da yazdığı “<a href="http://www.yenisoz.net/yazi.asp?yazi_id=17">Ermeni Soykırımı Meselesine Nasıl Yaklaşmalı</a>” başlıklı makalede geçen şu paragraf oldukça ufuk açıcı:<br /><br /><em>“(…)Uluslararası kamuoyunda 1915’te Ermenilerin başına gelenler genelde İkinci Dünya Savaşı’nda Musevilerin başına gelenlerle kıyaslanmakta ve bu, soykırım iddialarını güçlendirmektedir. Ancak, 1915’te Ermenilerin uğradığı insanlık dramı, Musevilerden çok, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanların yaşadığı fazla bilinmeyen başka bir insanlık dramını çağrıştırmaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle, milyonlarca Alman, Doğu Avrupa ülkelerinden Müttefik işgali altındaki Almanya’ya tehcir edilmiştir. Tehcir’in sebebi, Almanya dışındaki Almanların, Nazi Almanyası tarafından yayılmacı amaçlarla kullanılması ve ileride bunun tekrarının engellenmesidir. Gerekli sağlık, barınma ve beslenme koşulları sağlanmadığından, tehcir edilen on beş milyon kişinin iki buçuk milyonu tehcir esnasında hayatını kaybetmiştir. Ancak kimse, bu bahsi geçen tehciri, soykırım olarak nitelememektedir. Ölü sayısı iki buçuk milyon olmasına rağmen. Olayın sadece tehcirle sınırlı kalmamasına, sekiz yüz elli bin Almanın, Sovyetler Birliği’nde çalışma kamplarına yollanmasına rağmen. Sanırız bu örnek, Ermeni soykırımı meselesine yaklaşımımızdaki temel hataları göstermektedir(…)”</em><br /><br />***<br /><br />Tabii ki şu ana kadar söz ettiklerim işin tamamen hukukî ve siyasî boyutu. Bir de işin vicdanî boyutu var ki, meseleyi çözmemize yardım edecek kodlar da tam burada gizli. Birinci Dünya Savaşı döneminde Avrupalı devletlerce ‘hasta adam’ addedilerek kendisine kısa bir ömür biçilen Osmanlı Devleti’nin, İttihat ve Terakki Cemiyeti gibi ütopik-romantizmin morfiniyle hayaller dünyasına dalmış bir örgütlenmenin önayaklık etmesi sebebiyle girdiği savaş ortamında, halkın büyük bir kısmının sefaletten kıvrandığı bir dönemde yürürlülüğe soktuğu Tehcir Yasası’nın icrasında insanlık dışı ciddi birtakım uygulamalara maruz bırakılan topluluktan söz etmek gerekiyor. Keza, Batılı emperyalist devletlerin kışkırttığı, silahlandırıp savaşmaya yönelterek Türk köylerini basan Ermeni çetelerinden de, yıllar sonra gerçekleşecek ve uluslararası arenada sözü dahi açılmayacak -ki olması gereken, iki mesele için de aslında budur- Hocalı Katliamı’ndan da… 24 Nisan 1915’te öncelikle Ermeni topluluğunun büyük kentlerdeki ileri gelenlerine yönelik başlatılan tehcirin; 27 Mayıs 1915’te yasalaşarak Anadolu köylerindeki Ermeni yurttaşlara kadar uzanmaya başlamasıyla, istenmeyen bir kaos ortamında oluşmuş, ‘savaş içindeki savaş’ın başlatmış olduğu, türlü provokasyonlar neticesinde külliyen vatan hainliğiyle damgalanan Ermeni nüfusa yönelik bir kıyıma dönüştüğü görülüyor. Ancak yine şöyle bir şey var:<br /><br /><em>“(…)Soykırım teşkil etmeyen bir katliamın, insanî bilançosu, soykırım teşkil eden bir katliamdan daha ağır olabilir. Yani çok insan öldüyse soykırımdır, az öldüyse değildir gibi bir yaklaşımın hukuk tarafından pek savunulacak yani yoktur. Yine aynı şekilde, bir olayı, soykırım diye nitelememek o olayın ağırlığını ya da siyasî, sosyolojik etkilerini fazla değiştirmeyecektir. Osmanlı’nın dağılma sürecinde tüm halklar gibi, Ermenilerin de sayısız acı çektiğini göz ardı etmemek insanlığın gereğidir. 1915’de olanların soykırım olmadığını savunmak, 1915’de hiç bir şey olmadı demek değildir. Bu topraklarda, insan kervanlarının kötü muamele, açlık, hastalık gibi birçok sebeple hayatlarını kaybettiğini yadsımak, Ermeni meselesini daha da karmaşıklaştırmak demektir. Aynı dönemde Türk-Müslüman nüfusun da büyük acılar çekmiş olması, herhalde başkalarının acılarını reddetmek için geçerli bir sebep değildir(…)”</em> (Özgür Mumcu, adı geçen makaleden)<br /><br />***<br /><br />Her şey bir yana, Ermeni Soykırımı meselesinin mide bulandırıcı bir boyutu var: Diaspora ve lobiler vasıtasıyla, meselenin insanî boyutu gözden çıkarılarak olayın ekonomik-siyasî bir rant kapısı hâline dönüştürülmesi. Lobicilik günümüzün çok önemli bir gerçeği olmasının yanı sıra, paraya tapan, onu tanrılaştıran bir rant kapısı olması dolayısıyla bu denli hassas bir meseleyle birlikte anılmasından insanlığın utanmasını gereken bir faaliyet; genel anlamda da bir rezilliktir. Ermeni Diasporası’nın, ‘Ermeni halkının tutkalı’ olarak yürütegeldiği, salt milliyetçi reflekslerle mamul propaganda faaliyetleri de meselenin bir başka tıkayıcı sebebi. Zira, tarihte milliyetçi ideolojilerin hakkaniyetle çözebildiği bir sorun olmamıştır; eşyanın tabiatına aykırıdır bu. Dünyanın en yoksul halklarından olan Ermenistan halkının, kendisi için bir kader olmayan yoksulluğuna isyan etmeye başlaması için -kısmen Türkiye halkı için de olduğu gibi- soykırım mevzusunun çözülmesi pek hayırlı olacaktır aslında. Ancak hem Diaspora’nın hem de TC’nin buna izin vermeyen bir politika izleyerek adeta bir ‘danışıklı dövüş’ kokusu duyulmasına neden olduğunu belirtmek fikrimce abartı olmayacaktır. Sorunun adil biçimde çözülmesi durumunda düşmanlık ortadan kalkacak, lobicilik adına her yıl dönen milyon dolarların akışı kesilecektir; bu da parlamentolarda lobi yapmak suretiyle meseleyi rant kapısı olarak kullananların pek hoşuna gitmeyecektir. Ekonomik gücün en büyük güç olduğu ‘yeni dünya düzeni’ndeki en ciddi barikat budur.<br /><br />Soykırım’ın hukukî boyutu elbette tartışılmalı ve karara bağlanmalıdır. Ancak uluslararası mahkemelere bugüne değin herhangi bir başvuru yapılmamış olması ve işin yalnızca siyasî boyutuyla gündeme getirilmesi, Ermeni tarafının hukukî yönden pek umut taşımamasının göstergesi olarak kabul edilebilir. Ancak bu da, Ermenilerin öz yurtlarından zorla göç ettirilmek suretiyle ‘savrulmaları’ (Hrant Dink’in kullanımıdır), uğradıkları can kayıpları ve travmaların yarattığı acıları örselemeye yetmeyecektir.<br /><br />Velhasıl, meselenin çözülmesini sağlayacak asıl etken, olayın, iki halkın akil insanları tarafından masaya yatırılması ve iki tarafın da vicdanına hitap edecek adaletli bir sonuca varılmasından geçiyor. Bunu ciddi anlamda yapmaya çalışan öncü aydın Hrant Dink’in önce Diaspora tarafından ‘aforoz edilmesi’, ardından da kendi ülkesinde (Türkiye’de), kendi halkınca (Türkiye halkınca) göz göre göre infaz edilişinin yalnızca seyredilmiş olunması, yukarıda sözünü ettiğim ‘danışıklı dövüş’ iddiasını destekleyerek güçlendiren olumsuz bir etmen olarak zihinlerimizdeki tazeliğini korumaktadır. Çözüm; medya üzerinden dönen muhtelif manipülasyonların, milliyetçi-ırkçı reflekslerin etkisiz hale getirildiği noktada bizleri bekliyor. Adım atmak için hassas, duyarlı ve fakat en önemlisi bilinçli olmalıyız. 24 Nisan’da Obama’nın ağzından -lobilicilik faaliyetlerinin sonucuna göre- çıkacak ya da çıkmayacak olan; geçmişiyle ve yetkisiyle son derece alakasız yargılar içerecek sözcüklerin, milyonlarca insanı üzerken milyonlarca insanı da sevindirebilecek etkisini kırmalıyız öncelikle.<br /><br /><br /><strong>Not:</strong> Çeşitli parlamentolardan geçen Ermeni tasarılarına tepki olarak, “<a href="http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetay&ArticleID=986044&Date=19.03.2010&CategoryID=78">Gerekirse ülkemizde kaçak yaşayan 100 bin Ermeni’yi süreriz</a>” tümcesiyle özetlenebilecek konuşmanın mantığının; AB yanlısı olduğunu ve demokrasiye inandığını söyleyen biri tarafından dillendirilmesinin abesle iştigal etmek olduğuna hemfikiriz sanırım. Bu sözün, toplumun maruz kaldığı manipülasyondan etkilenen ‘toy bir delikanlı’ tarafından dillendirilme olasılığına inanmak, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı tarafından dillendirilmiş olma olasılığından daha mantıklı geliyorsa, bir yerlerde oldukça büyük sorun var demektir. Kendini bilmez bir milletvekili tarafından, etnik kimliğine yöneltilen, ve açıkça kin ve düşmanlık unsurları taşıyan ırkçı ithamı ciddiye alarak soyağacını kamuoyu önünde açıklama gereği duyan bir cumhurbaşkanının da aynı ülkeye ait olması pek tesadüf olmasa gerek.Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-37806275400804620492010-01-20T03:29:00.013+02:002010-01-23T03:29:11.522+02:00Dink ve Mumcu: İki Ortak Yazgı<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiaB8OoasVkCXt6pGXSpmTJ9lrNwYhHThzOmJC_upnrWAB3mKXy5R-wmbxjoX0pF6_g6lJ48CoVMAs52927Cs7CTyMeqEzyz3k9FLfUrz2xlBkcMxXmtKjyO6_x3PjSHldQrYa5zkKbMxY/s1600-h/hrant2.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 198px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiaB8OoasVkCXt6pGXSpmTJ9lrNwYhHThzOmJC_upnrWAB3mKXy5R-wmbxjoX0pF6_g6lJ48CoVMAs52927Cs7CTyMeqEzyz3k9FLfUrz2xlBkcMxXmtKjyO6_x3PjSHldQrYa5zkKbMxY/s320/hrant2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5428628863110686210" /></a>Bu resme baktığımda, farklı mücadele sahalarında olmalarına rağmen, dertleri aynı yolda birleşen, cayır cayır yanan memleketlerine merhem olmak uğruna kelle koltukta birer kısa ömür geçirmiş iki gazeteci görüyorum. Onlar her ne olursa olsun önce ‘insan’ kimliklerini öne sürdüler. Mücadele alanları farklıydı ve birbirlerini hiç tanımıyorlardı belki, ama kaderleri bir oldu…<br /><br />Uğur Mumcu ve Hrant Dink’in mücadele sahalarının farklı olmasının çeşitli nedenleri vardı. İçine doğdukları koşullar, toplumlar vs. gibi nedenlerdi bunlar.<br /><br /><strong>Uğur Mumcu: Haksızlığa Başkaldırının Simgesi</strong><br />Uğur Mumcu Kırşehir’de doğmuş, Ankara'da hukuk öğrenimi görmüş ve 12 Mart muhtırasının ardından girişilen 'Balyoz Operasyonu' sonucunda, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde asistanlığını yaptığı Prof. Uğur Alacakaptan ile beraber, birçok aydın gibi hapse atılmıştı. Tam olarak neyle suçlandığını onu suçlayanlar bile bilmiyordu. Çoklukla olarak 141. maddeye atıf yapılıyor, sınıf propagandası yaptığı üzerinde duruluyordu. Denizler’in yargılanıp infaz edildiği 146. maddeden de söz ediliyordu. Ama sonuçta onu yargılayanlar durumu ellerine yüzlerine bulaştırmış bir şekilde, çalınan minareye kılıf hazırlamakla meşguldüler. Bir yılı aşkın bir süre tutulduğu cezaevinden çıktıktan sonra apar topar Ağrı’nın Patnos ilçesine ‘sakıncalı piyade’ olarak gönderilmiş ve üniversite mezunu olmasına karşın askerliğini er olarak yapmış, ardından da kısa süren akademik hayatına devam etmemeyi ve gazeteci olmayı seçmişti. Kızmıştı çünkü tüm olanlara, yaşananlara. İşte tüm bu olaylar zinciri, Türkiye basın tarihine çağdaş anlamda araştırmacı gazetecilik kişiliğini kazandıracak adamı yaratacaktı.<br /><br />Muhalif kimliğini iktidardaki partinin adına göre şekillendiren; yani bugünün muhalifi, yarının olası yandaş gazetecisi olmayacaktı Uğur Mumcu. Çünkü onun sorunu, günümüzdeki sözde muhalif geçinen dalkavuklar gibi salt iktidarlarla değil, işleyen düzenin kendisiyleydi. Kıvrak zekasını ortaya çıkaran yazılarında yüzümüze çarptığı ironiler de bu duruma işaret eder. “Bir kişiye yapılan haksızlık, bütün topluma karşı işlenmiş bir suçtur” mantığını benimsetmeye çalışan gerçek bir insan hakları savunucusuydu o. Yazının sahiden ‘yazı’ olduğu yıllardı onun en parlak yılları. Hani biri bir yazı yazar, tüm halk sokaklara dökülürdü ya, işte o yıllar: Kalemin kılıçtan keskin olduğunun sözde kalmadığı yıllar. Yolsuzluk, faili meçhuller, devlet içindeki illegal yapılanmalar ve kirli ilişkiler, kaçakçılık… Herkes onun kaleminden, daktilosundan okudu bunları en sağlam delillerle. Ve biliyordu; ortaya çıkardığı ve çıkaracağı her pislik, kendisine kurşun ve bomba olarak geri dönebilirdi. Arkadaşlarına, hocalarına olduğu gibi… Keza birileri tarafından sürekli tehdit ediliyordu. Mumcu’nun yanıtı ise çoktan belliydi: “Korkaklar bin kere, kahramanlar bir kere ölür.” Ama zalimlerin hesap verecek kimsesi yoktu, bu yüzden dediklerini (ya da dedirttiklerini mi demeli?) yaptılar. Çarklarına çomak sokup kendilerini rahatsız eden Mumcu’yu susturdular: 24 Ocak 1993.<br /><br />Onu tehdit edenler kimdi, neden rahatsız olmuşlardı? Elbette öncelikle, suikastın faillerinden ziyade onların kimler tarafından desteklendikleri ortaya çıkarılmalı. Bomba düzeneğini Mumcu’nun arabasına yerleştirenler değil, o bombanın oraya yerleştirilmesine karar veren irade ortaya çıkarılmalıdır. Suikastı birçok islamcı örgütün aynı anda sahiplenmesi, üzerinde düşünülmesi gereken bir mevzudur. Özgür Mumcu’nun, geçtiğimiz günlerde verdiği röportajda söylediği gibi, bu islamcı bir irade olmayabilir. Ama bu dile getirildiği zaman, sözgelimi Uğur Mumcu’ya sahip çıktıklarını söyleyen, politikalarını salt islamcı akımlara karşı konumlandırmış olan birileri rahatsız oluyor. Peki neden? Sahip çıktıkları kişiyi kimlerin öldürdüğünün enine boyuna tartışılması ve araştırılması gerektiğine neden karşı çıkıyorlar? Politikalarına ters düşüyor değil mi? Ya islamcı değillerse diye ödleri mi patlıyor yoksa?<br /><br />Onlara ihtiyacı yok kimsenin. Uğur Mumcu’yu katledenlerin –islamcı veya değil– açığa çıkmasından yana olan, tek kimliği vicdanı olanlar, gerçek açığa çıkana değin haykıracaklar devlete: “Namus borcunuzu ödeyin artık!”<br /><br />Bunca yıldır bekliyoruz borcun ödenmesini. Yoksa terzi kendi söküğünü dikemiyor mu?<br /><br /><strong>Hrant Dink: Sağduyu ve Empatinin Sesi</strong><br />Malatya’da doğan ve yedi yaşındayken ailesiyle birlikte İstanbul’a göçen Hrant, anne ve babasının boşanmasının ardından bir yetimhanede büyür, genç yaşında Sol düşünceyle tanışır. İbrahim Kaypakkaya’nın TKP/ML’siyle birlikte hareket eder. İsmini Fırat olarak değiştirmesinin nedeni de, bir tutuklanma durumunda halkının olayla ilişkilendirilmesini engellemekti. 12 Eylül’ün ardından ezilen ve parçalanan Sol, onu da daha durgun bir yerlere savurmuştu elbette. Eşi Rakel’le birlikte Tuzla’daki kimsesizler yetimhanesini idare etmeye başladı. Bu arada yayıncılık işini sürdürdü, muhtelif gazetelerde yazmaya başladı. Türkiye’deki Ermeni toplumunun sesini duyurabilmek için haftalık Agos gazetesinin kuruculuğunu üstlendi. Yazılarında Ermeni ve Türk halkları arasında bir köprü misyonu üstlendi. Öyle bir memleketti ki yaşadığımız, 21. yüzyılda insanlar hala etnik kimliklerini korumak durumunda kalıyordu. Bir yanda Kürtler, diğer yanda Ermeniler. Hepsine zoraki olarak ‘Türksünüz’ diyordu anayasa. Kimlikleri bastırılıyordu insanların. Hiçbir haksızlığa sessiz kalamayan Hrant da, ‘etnik kimlik’ olgusunu her ne kadar bir ayrıntı olarak görse de, kendi ülkesinde uygulanan baskı politikasına karşı, mensup olduğu halkın kimliğini savunmak durumundaydı. Kendisine yönelik kovuşturma politikası, şovenist linç girişimleri ve provokatif eylemler de bundan sonra başlayacaktı. Cinayete uygun zemin ve kamuoyu yaratma eylemleri…<br /><br />En sonunda da resmi kurumların bilgisi dahilinde bir yılı aşkın süredir planlanan bir suikast gerçekleştirildi: 19 Ocak 2007.<br /><br />Hrant Dink… O, Türkiye Cumhuriyeti topraklarında kalabilen az sayıda Ermeniden yalnızca biriydi. Bir gazeteci, bir demokrasi savaşçısı, bir kanaat önderi. Türk ve Ermeni halklarını yakından bilen ve onları birbirlerinin geçmişlerine saygı duymaya, birbirlerini anlamaya çalışmaları için didinen, bulunmaz bir Hint kumaşıydı. Taksim meydanında “Soykırım vardır!” diye, Paris’in göbeğinde ise “Hayır, soykırım yoktur!” diye bağırmak istediğini söyleyecek kadar asi bir ifade özgürlüğü savunucusuydu. Adının ne olduğunu önemsemeksizin, halkının maruz kaldığı trajediyi dillerine sakız yaparak siyasi rant peşinde koşanlardan midesi bulanan, vicdan sahibi gerçek bir yurtseverdi. O tetiği çeken cahil, acınası çocuğun eline silahı verip Hrant’ı öldürmesi için mantıklı bir sebep olduğuna inanmasını sağlayan karanlık zihniyeti, ellerindeki kanda boğmak olacaktır mücadelemizin bir diğer halkası da.<br /><br />Yazının başında söylediğim gibi, insanların hayatının gidişatını ve mücadelelerini, doğdukları ve içinde bulundukları koşullar belirler. Uğur Mumcu, 12 Mart faşist cuntasından sonra, Türkiye’ye çağdaş anlamda araştırmacı gazeteciliği, onurlu, ilkeli ve adil durmayı gösteren bir emsal olmuştur. Hrant Dink ise Türkiyeli bir Ermeni gazeteci olarak; ‘ülkem’ demekten gocunmadığı, bilakis aşık olduğu bu topraklar üzerinde yaşayan Türk ve Ermeni halklarının barışına, ülkesinin güzel yarınlarına adamıştır kendini. Ölüm tehditlerine kulak tıkayıp, ülkesini bırakarak rahatça yaşamını sürdürebileceği Avrupa’ya gitmeyi reddetmiştir. Bunu da şöyle açıklamıştı: <em>“…‘Kaynayan cehennemler’i bırakıp, ‘hazır cennetler’e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye’de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye’de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik.”</em><br /><br /><strong>***</strong><br /><br />Birbirlerinin yerinde doğmuş olsaydılar, acaba ne değişirdi? Bana sorarsanız hiçbir şey. Öyle ki, insani duyarlılık olarak aralarında fark barındırmayan iki insandı onlar. Sadece toplumun kendilerine biçtiği görevler farklı kulvarlardaydı. Birbirlerini tanımamışlardı belki, konuşma olanağı bulamamışlardı kuşak farkından dolayı. Olsun. Rakel Dink ve Güldal Mumcu da tanışmadılar belki. Ama Güldal Mumcu geçtiğimiz yıl Akşam’da çıkan röportajında Enver Aysever’in <em>“Rakel Dink’le tanıştınız mı?”</em> sorusunu aynen şöyle yanıtlamıştı: <em>“Hayır. Ama acısını anlıyorum. Bunun için tanışmak, konuşmak gerekmiyor. Yan yana, karşılıklı durmadığınız zamanlarda böyle acıları o kadar iyi anlayabilirsiniz ki... Onun ne hissettiğini, nasıl mücadele vermek, bu ülkeyi terk etmemek arzusunu da çok iyi anlıyorsunuz. Onun hayatı burası; o bir Türk vatandaşı. Uğur öldürüldüğü zaman en çok yadırgadığım; bazı arkadaşlarının bile cenazenin ardından, 'durma bu ülkede, iş ayarlayalım ve başka bir ülkeye git' demeleri oldu. O yüzden o duyguları çok iyi anlıyorum... Neden gitsin Rakel Dink? Bu ülke benim vatanım, onun vatanı, neden gidelim?” (15 Şubat 2009, Pazar)</em><br /><br />Geldiğimiz noktada; Hrant Dink ve Uğur Mumcu’nun, farklı kesimler tarafından mitleştirilerek siyasi malzeme edilmeye çalışılmalarına karşı çıkılmalıdır. Bu, onları öldüren iradeye fark etmeden destek vermekten başka bir şeye yaramayacaktır. Emin olun, bunu ikisi de istemezdi.<br /><br />Uğur Mumcu ve Hrant Dink’i, yurdumuzun aydınlık yarınları adına ellerinden geleni yapan ve bunun sonucunda bedel ödeyen iki yürekli insanı, birbirinden zerre kadar ayırmadan özlem ve saygıyla anıyorum.Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com2tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-20752849268939314672010-01-12T19:35:00.009+02:002010-01-12T23:18:57.629+02:00Kırılamayan Döngü<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGGER5g7vJnt08isvJUhWSvYRva3EQ8bD4XJBfQ5yUvOrfkjJG5v2RiUwLToeXAZBdm5SUbSVLt7r6SA0GLNsFa1vmPtbR5Gb7omKVezOFXcz5kqQuvU38HdW1VUw6PRyiZL46fxvK5P4/s1600-h/davos_erdogan.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 213px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjGGER5g7vJnt08isvJUhWSvYRva3EQ8bD4XJBfQ5yUvOrfkjJG5v2RiUwLToeXAZBdm5SUbSVLt7r6SA0GLNsFa1vmPtbR5Gb7omKVezOFXcz5kqQuvU38HdW1VUw6PRyiZL46fxvK5P4/s320/davos_erdogan.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5425910298061687298" /></a>Son dönemde, “Ortadoğu’da barış ve dayanışmanın sağlanması” gibi amaçlarla bölgedeki ülkeler arasındaki vize uygulamalarının yavaş yavaş kaldırılmasına tanık oluyoruz. Bu çerçevede Türkiye de daha önce Suriye, Libya ve Ürdün’le; birkaç gün içinde ise Lübnan’la mutabakata vardı. Başbakan, bu tip her anlaşmanın ilanı sırasında basına verdiği demeçlerde olduğu gibi, yine kendi iktidarları döneminde ülkeler arasında çeşitli alanlardaki işbirliğinin artmasından duyduğu memnuniyeti dile getirdi.<br /><br />Konu ‘Ortadoğu ve barış’ olunca, söz elbette geçtiğimiz yıl bu dönem de olduğu gibi, bugünlerde İsrail’in Gazze’ye yönelik tekrar uygulamaya başladığı şiddet politikasına da uzandı. Başbakan bu konuda, gelmiş olduğu siyasi gelenekten miras olarak devraldığı vicdanî reflekslerine –geçen yıl Davos’ta olduğu gibi– bu yıl da yenilip İsrail’e yönelik, devletin ve hükümetin genel politikasını pek de yansıtmayan söylemlerde bulunarak yine göz boyadı. Erdoğan, füze saldırısına uğramamasına karşın, İsrail’in Gazze’yi bombalamasının bölge barışı açısından üzüntü verici olduğunu söyleyerek yine İsrail’i suçladı, İsrail ise “Bize en son ahlak dersi verecek olanlar Türklerdir.” şeklinde sert bir yanıt verdi.<br /><br />Hatırlanacağı üzere geçen yılki Davos toplantısında, daha birkaç gün evvel kapalı kapılar ardında İsrail’le yüklü bir silah anlaşmasına imza atmış hükümetin başbakanı, aynı İsrail’in başbakanına Gazze’de uygulanan katliama atıfta bulunarak bir nevi 'ayar vermiş'; ve Ortadoğu’daki mazlum halkların yanı sıra olayların bir bütün olarak ayırdında bulunmayan, ülkemizdeki vicdan sahibi tüm insanların içinin yağlarını eritmişti. Artık Ortadoğu’da –ne politik tavır ne de genel dünya görüşü yönünden– o güne dek aynı karede tahayyül dahi edilemeyecek iki liderin, Erdoğan ve Chavez’in posterleri taşınıyordu. Gazze’de “Onlar burada, Arap erkekleri nerede?” vb. sloganların yazıldığı pankartlarda, katliama sessiz kalan işbirlikçi Arap emirleri hicvediliyordu. İsrail Başbakanı Simon Perez, Davos’ta yaşanan olayın ardından Erdoğan’ı arayıp ‘üzgün olduğunu’ belirtmiş, olay bir şekilde tatlıya bağlanmıştı.<br /><br />Ancak bu kez aradaki ilişkiler oldukça gerilmiş durumda. Kurtlar Vadisi dizisinin geçen bölümünde İsrail askerlerinin bebek katili olarak gösterilmesine oldukça sinirlenen İsrail Dışişleri’nin, Türkiye’nin Tel Aviv büyükelçisini basın önünde küçük düşürmesi Türkiye adına oldukça utanç vericidir. Türkiye temsilcisinin özellikle daha alçak bir koltuğa oturtulması, aradaki masada yalnızca İsrail bayrağının bulunması ve büyükelçinin tüm bu küçültücü yaklaşımlara karşı, gülümsemekten başka bir tepki verememesi, ABD’nin denetimi altında son dönemde Ortadoğu’daki rolü artan Türkiye’ye, İsrail’den açık ve sert bir mesajdır.<br /><br />Tabii ülke ve toplum olarak; gerek dünyada yaşanan, gerek ülkemizde yaşadığımız ‘reel’ rezilliklere ancak filmlerde ve dizilerde ‘hayalî’ tepkiler gösterebilerek içimizi rahatlatmaya oldukça alışmış durumdayız. Daha önce de, bilindiği gibi, Irak’ta Türk askerlerinin başına çuval geçirilmesinin öcü, ‘Kurtlar Vadisi Irak’ filmi aracılığıyla alınmış; ülkenin onuru böylece kurtarılmıştı(!). Elbette en son yaşanan bu talihsiz olayın yanıtını misliyle verecek ‘vatanperver’ senarist ve yapımcılar da bulunur. Şaka bir yana, aslında bu olgu sosyolojik tezlere rahatlıkla konu olabilir, psikolojideki karşılığını da oldukça merak etmekteyim kişisel olarak.<br /><br />Velhasıl, gelinen noktada, sorunun, yalnızca bölgedeki birtakım rol anlaşmazlıkları ve pürüzlerden kaynaklandığı ortada. AKP, CHP ve MHP arasında haftalık grup toplantılarında her hafta tekerrür eden sığ atışmaların topluma çok önemli mevzular gibi yansıtılması emsali, arada sırada sermaye hizmetkârı muktedir devletler arasında da bu tip pürüzler çıkabilir. Ne ilktir ne de son… İsrail’le yıllardan beri sürdürülen stratejik ittifak ve silah anlaşmaları, Filistin halkının on yıllardır uğrayageldiği zulme karşın neredeyse tüm dünyanın süren suskunluğu… Hepsi bir arada düşünüldüğünde, durumun hiç de göründüğü/gösterildiği gibi olmadığı çıkarımı rahatlıkla yapılabilir. Sonuçta Türkiye kamuoyu kandırılmaya, Gazze halkı katledilmeye devam edilir; aslında yapılanın yalnızca kandan beslenen silah tüccarlarının lojistik olanaklarının genişletilmesi, iki ülke arasında yaşanlarınsa sadece bir rol çatışmasından ibaret olduğu ıskalanır…Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-45276476573051176642010-01-12T15:23:00.008+02:002010-01-12T19:54:06.164+02:00Oda, Duvarlar ve Bavul<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhGKM_8BVIYKJXXalv934IefjiCPd-Zzc_1YTCruxc_tKhVhD2VWxYpM8j1FAQoo9E7lG5aXDxrfocjThCxKB_9yDz3VlE-k3Qh2IqBj3q2vZ_FW5wD96T1WqTNxq9uI2nh2Pq_J7okTl4/s1600-h/Alone_by_Bierberg.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 250px; height: 320px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhGKM_8BVIYKJXXalv934IefjiCPd-Zzc_1YTCruxc_tKhVhD2VWxYpM8j1FAQoo9E7lG5aXDxrfocjThCxKB_9yDz3VlE-k3Qh2IqBj3q2vZ_FW5wD96T1WqTNxq9uI2nh2Pq_J7okTl4/s320/Alone_by_Bierberg.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5425911532700726610" /></a>Havada ıslak bir serinliğin dolaştığı, uyanmakta zorlanan şehrin sakin ve ağır hareketlerle silkindiği gri bir sonbahar sabahı, elimde ancak sonu belirsiz bir seyahatin işareti olarak yorumlanabilecek büyüklükte bir bavulla yola çıktığımı, yürüdüğüm yolun çatallaştığı ilk ayrımda dakikalarca hareketsiz kaldığımı, zihnime hücum eden binlerce anı, korku ve diğer tüm düşüncelerin arasında atacağım adıma yön verecek bir kırıntı arandığımı, bulamadığımı hatırlıyorum.<br /><br /> Daha önce pek çok kararsızlık anında yaptığım gibi gözlerimi kapatıp rüzgârın yönünü kestirmeye çalışmıştım; yokuşu tırmanıyordu ve başka bir yön levhası da görünmüyordu.<br /><br /> Hayatın içinde, kalemi tutan kolu kırılmış tek ayaklı bir pergel gibi döndüğümü hissettiğim birkaç zor ve uzun yılın ardından, ‘pes’, demiştim.<br /><br /> Altımda renksiz bir sayfa gibi uzanan yaşamın, ne kadar çabalasam da hep aynı belirsizlikte kaldığını, hayatta bana dair tek bir çizgi bulamadığımı ve bundan sonra da bulamayacağımı hissettiğim bir eşikten geçmiş, yönsüz bir yolculuğa düşmüştüm.<br /><br /> Zayıftım ve en büyük korkumun kıyısında yalpalıyor; tekrar tırmanamayacağımı düşündüğüm bir yükseklikten düştüğümü hissediyordum.<br /><br /> Gecenin uyuşukluğunu üzerinden atan şehrin her an artan homurtusundan ürktüğümü, daha az insanla karşılaşacağımı hesap edip ara sokaklardan yürümeye gayret ettiğimi, tükenişi sonlandırmak için yalnızlığa sığınabileceğim bir yer aradığımı…<br /><br /> Ve nihayet ucuz bir otel odası.<br /><br /> Tüm hayatımın; çocukluğun sorumsuzluğundan çıkıp yetişkinliğin güvenli sularına ulaşamamış bir tekne gibi çırpındığım yılların; ömrü cümlelerimden kısa kararlarımın; ayağım daha yere değmeden pişman olduğum adımların, kısacası tüm hayatımın olup olacağı buydu işte; küçük, loş bir oda.<br /><br /> Noktada sonsuzu yaşatan engin ruhların hayalini yüklenmişti tekne; demir attığı liman, bir karanlık odaydı.<br /><br /> Bir de duvarlar.<br /><br /> Ezelden ebede dostluk nöbeti tutan, yalnızlara yarenlik eden, kimi zaman nemli ve küflü ama hiç sırt çevirmeyen, belki de yüzleri de sırtları kadar ketum olduğundan çevirmeyen, şaşırmayan ve şaşırtmayan duvarlar.<br /><br /> Yolumuzu hayatla çakıştırıp ruhumuzun sığınabileceği bir köşe yaratamayan bizlere inat, ömrünü iki köşeye varmak için tüketen, çoğu zaman bacaklarımızı karnımıza yapıştıran buhranların diz çöktürdüğü köşeler yaratmak için yaşayan duvarlar.<br /><br /> Odaya girince bavulu bir kenara fırlatmış, çaresizlik, nefret ve kızgınlık kıskacındaki zihnimi daha fazla bastıramayıp ağlamıştım.<br /><br /> Nefesim tekrar düzene girip sakinleştiğimde pencereye yaklaştığımı, kenarından araladığım perdenin arkasından sokağı görmeye çalıştığımı anımsıyorum.<br /><br /> Yaklaştığımı hissettiğim o dönemece girmeden son kez bakmak istiyordum sanki hayatın akışına.<br /><br /> Şimdi buradan baktığımda daha net görüyorum, bir yenilgiyi kabul etmek, çoktan kaybettiğime inandığım bir mücadeleyi geriye hiçbir umut kırıntısı bırakmamak için gömmeye gelmiştim o odaya.<br /><br /> Hayır, intihar edebileceğimi sanmıyordum ama bir canlıdan daha fazlası olmaya da çalışmayacaktım artık.<br /> Islaklık.<br /><br /> Solgun ve kirli örtülerini soğuğun sarmaladığı yataktan tenime geçen ıslaklığı hissedebiliyorum hala.<br /><br /> Üşüdüğümü; titreyip küçülen bedenim direnirken zihnimin yorgun düşmüş askerler gibi teslim olup durduğunu, tüm bunlar olurken tek hissettiğimin ıslaklık olduğunu…<br /> Boşluk.<br /><br /> Elbiselerimin kıvrımlarında dolaşan nemin refakatinde saatlerce gözlerimi diktiğim duvarlar.<br /><br /> Hiçbir şey istemeden, beklemeden ve düşünmeden baktım o karanlık duvarlara, uzun uzun.<br /><br /> Dibe vurduğumu sanmıştım.<br /><br /> Her şey durmuş, hisler silinmişti.<br /><br /> Kurtulmak isteğinin bile anlamsız geldiği saatler süren bir andı sanki boşluk, nefes almaktan öte bir hiçti vücudum.<br /><br /> Elime tutuşturulan birkaç renkle dışına taşırmadan boyamayı beceremediğim ruhumun, beni her defasında parçalara bölen zihnimin ölüm ilanıydı, bir garip cenaze ritüeliydi sanki yaptığım; dizlerimi kıran yükü indireceğimi ummuş olmalıyım kendimden bile gizleyerek.<br /><br /> Ne de olsa çoktan öleni gömmek mezara, bir gün mutlaka bitecek yası başlatmaktır en kötü ihtimalle.<br /><br /> Silkinen aklın ilk adımda düştüğü çukur, hüsrandı.<br /><br /> O küçük, karanlık odadan, nefes almaktan gayrı isteği olmayan bir canlı olarak çıkacağımı, ruhumu ve zihnimi duvarlara emanet ettiğimi, özgür olmasam da en azından yükümü bırakacağımı sanıyordum menzilden önce.<br /><br /> Oysa bilmeliydim uzun süre karanlıkta kalan gözlere olduğu gibi ruha da ne olacağını; tükendiğini sandığı bir eşikten atlayınca alışacağını gözlerin karanlığa, bilmeliydim.<br /><br /> Hep orada olan ama acemiliğin körlüğüne saklananları seçebileceğimi bir zaman sonra, karanlıkta çarptığım katı ve keskin hatların varlığımı doğruladığını bilmeliydim.<br /><br /> Ruhumu çarmıha geren zihnin yorgunluğundan süzülen bir damla ter olduğunu boşluğun, yeterince büyüdüğünde kendi ağırlığına dayanamayıp süzülüp düşeceğini zihnimin ucundan, bilmeliydim.<br /><br /> Göğsümde ağır ve ahşap bir tabela gibi taşıdığım şeyi bedenime tutturan çivi olmadığını aklımın, tabelanın kendisi olduğunu, etime işlediğini ve ruhumu çıkarmadan bedenden, onu da çıkaramayacağımı bilmeliydim.<br /><br /> Bilmeliydim, bilmeliyim; bilmiyorum.<br /><br /> Zayıfım ve hayattan düşmekten korkuyorum.<br /><br /> Her çöküşte bir ihtimali eleyip daha da yakınlaştığımı düşünmem yaşamımı meşru ve kabul edilebilir kılmaya; bir gerçek, bir ilke, bir savunma, bir teselli, bir yalan, bir çöküş…<br /><br /> Hayatın içinde, kalemi tutan kolu kırılmış tek ayaklı bir pergel gibi döndüğümü hissettiğim birkaç uzun ve zor yılın ardından, elimde ancak sonu önemsenmeyen belirsiz bir seyahatin işareti olarak yorumlanabilecek büyüklükte bir bavulla çıkmıştım evden.<br /><br /> Ve hala rüzgârdan başka tabela görmedi gözlerim.Atila Erdemirhttp://www.blogger.com/profile/05903623192566838332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-6235374659213926612010-01-05T23:28:00.005+02:002010-01-12T19:49:00.475+02:00Savaşa Doğru<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgE7fti7OBdRsGEy4UGyIkvMeZiMKs_ky2Tg-mu1HZT20IK53ALI4OpYsrLwfiDjvJnMTnZ7f2BVxIrARtTc4qqwFxMcc3EMGWvhq7O9G_uv6Y4Z56Sx9e4UYdip_hyWvzJrmR5HfHr0JE/s1600-h/Fight-Club-edward-norton-147695_1024_768.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgE7fti7OBdRsGEy4UGyIkvMeZiMKs_ky2Tg-mu1HZT20IK53ALI4OpYsrLwfiDjvJnMTnZ7f2BVxIrARtTc4qqwFxMcc3EMGWvhq7O9G_uv6Y4Z56Sx9e4UYdip_hyWvzJrmR5HfHr0JE/s320/Fight-Club-edward-norton-147695_1024_768.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5423372693396215586" /></a>Anlık düşler görmek o kadar da kötü değil aslında. Her ne kadar aşırı dalgınlık yaşamak sağlık açısından pek hayra alamet bir şey olmasa da, bu tip düşler görmek, kafanın sürekli çalıştığı anlamına gelir. Beni endişelendiren o değil. İnsan hiç kendini boğazlar mı? Ben bunu günde en az on beş kez yapıyorum. Gün içinde en az on beş kez, dalıyorum ve kendimi boğazlarken kendime geliyorum. Tıpkı uçurumdan aşağıya düşerken, tam yere çakılma anında uyanmak gibi. Bu tip rüyaları da azımsanmayacak kadar çok görüyorum.<br /><br />Cehalet mutluluktur, diye bir söz vardır. Her insan yaşama eşit koşullarda ve benzer ortamlarda başlamıyor, dolayısıyla insanın olağan dışı kavramları düşünmeye başlaması için etkileyici birtakım olaylar gerekiyor. İzlenen bir film, okunan bir kitap (hoş, kitap okumaya karar vermek zaten bu tip düşünmeyi kendiliğinden tetikleyen bir şeydir), tanık olunan sıra dışı bir olay insanın o güne dek tekdüze süregelmiş hayatını değiştirebilen şeylere örnek olabilir. Bu satırların yazarı, dün oldukça farklı düşünüyordu, bugün farklı düşünüyor; ve değişimin doğası gereği, yarın da farklı düşünecek. Nihayetinde bizi biz yapan, ne düşündüğümüz değil; olaylara karşı aldığımız konumlar, takındığımız tutumlardır. Bu bağlamda, herhangi bir konuda dile getirdiğimiz düşünceleri, pratik hayatımızda da uygulayabilmekten geri kalmamalıyız. Kesinkes doğru olduğunu varsaydığı bir düşünceyi dile getirip, yaşamında bunu savunamayan dürüst bir insanın aklını yitirmesi pek uzak bir olasılık sayılmaz. Tabii mevzubahis kişi bu durumun farkına varabiliyorsa. Aynı şekilde, bir fikri savunduğunu söyleyip o yönde bir çaba sarf etmekten aciz, bilinçli kişiler, alenen ikiyüzlülük yapmaktadırlar. İnsan ödemeyi göze aldığı bedeller kadar vardır.<br /><br />Kişinin kendisiyle çelişen davranış ve düşünceleri, onun bir yol ayrımına yaklaştığına işaret eder. Uzun zamandır tek şerit üzerinde fütursuzca sürülen bir arabanın rahatlığını, ivedilikle karar vermek zorunda olan bir şoförün stresi almıştır artık; düşünmek için fazla zaman kalmamıştır.<br /><br />İşte bu noktada sevimsiz düşler kaplar etrafı, olur olmaz her yerde belirebilirler ansızın. Asla bırakmaz peşini, insan kendinden vazgeçmedikçe. Bir kroşe indirir çeneye, suratına haykırır insanın: <strong>“Riyakâr!”</strong> diye. Boğuşmaya hazır olmalısın her an, etrafında seni izleyen birileri var. Her adımın, adeta bir katil tarafından izlenmektedir artık; her hareketin, her davranışın tecritte; tek yaşamın ipotek altındadır: İç savaşın başlamıştır…<br /><br />***<br /><br />Oldukça kötü bir dönem, yaşadığımız. Bir lokma ekmek için birbirlerini ezmeye hazır bir ton insan… Kamyonlardan, köpeklerin önüne kemik atar gibi, tanıtım ürünleri, ya da başka bir deyişle, hayır sadakaları dağıtılırken yaşanan curcunalardan söz etmiyorum. Birtakım vahşi sömürgecilerin, yedikçe şişen, şiştikçe daha da vahşileşen birer iştaha sahip olan güruhun, evine ekmek götürmesi gereken insanları birbirine düşüren; birbirini kandırması, soyması üzerine kurduğu bu sistem midemi bulandırıyor. Ama öfkem o duvarı aşamıyor, sömürgecilere ulaşamıyor, olsa olsa, fakültelerin civarında, ekmeğini kazanmak için öğrencilere kredi kartı kakalamaya çalışan insanları buluyor… Büyük bir çelişki. Bir insanın onuruyla ekmeğini kazanmasının neredeyse olanaksız hale geldiği sefil bir dünya: Asalakların dünyası… Yaratanlar kadar, yaratılırken ses çıkarmayanlar da suçlu.<br /><br />Üzücü olansa, tüm bu yaşananların bir şekilde içselleştirilip hazmedilmiş olması. Başka bir deyişle, sırtımızı dayadığımız ılık yastığın uyuşturduğu, yalıtılmış, biat etmeye programlanmış bireyler olup çıkmış olmamız. İnsanoğlunun yurttaki en büyük başarısızlığı bu olsa gerek…<br /><br />Duyguya değil, algıya ihtiyacımız var. Var olanı olduğu kadar görebilmek bile kâfi. Kişisel belalardan soyutlanmak belki zor, ama olanaksız değil. Son bir haftadır kendimle cebelleşiyorum, içimde sanki biri var, beni öldürmek istediğini sanıyorum. Ama hayır; o beni dönüştürmek istiyor, olmak istediğimi söylediğim kişi olmam için bastırıyor. O, benim; benim kendimle yaptığım savaşım…<br /><br /><em>Ya düşündüğünü söylemeyi bırakmalı ya söylediğini yapmalı.</em>Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-90609021340336962412009-11-29T17:41:00.006+02:002010-01-12T19:55:50.969+02:00Tutku<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsQOALjzXOTkaomPEAkMpcLja62Yx_fbaO70kEAxM0lMqXzqMBr1fqgdGicsbFMtL-X_rwXyBBvfg8j6UZwpUjO7QDuJxm4IQ9wszM4LC7ANdVtViGQ9QN3EMyIEZuRNUxQmYbBwS9pdg/s1600-h/33.gif"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 225px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhsQOALjzXOTkaomPEAkMpcLja62Yx_fbaO70kEAxM0lMqXzqMBr1fqgdGicsbFMtL-X_rwXyBBvfg8j6UZwpUjO7QDuJxm4IQ9wszM4LC7ANdVtViGQ9QN3EMyIEZuRNUxQmYbBwS9pdg/s320/33.gif" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5423371761719758354" /></a>Kızıl, puslu gecenin altında beyaz bir örtü iniyor penceremde parlayan şehrin üzerine.<br /><br />Gökyüzünden sonra umutlarımızı da sırtlamaktan yorgun düşmüş binalar, çatılar direnmiyor kara, izlerimizi silmeye gönüllü gibi duruyor yollar ve şehir her an daha sıkı sarılıyor örtüsüne, küçülüyor.<br /><br />Hep aynı beyazlıkta donarken şehir, hiç olmadığı kadar durmaya yakın sanki şimdi zaman…<br /><br />Dokunduğu anların ışığını söndürmesine sitem miydi akrep, yoksa akrep deyip adına biz mi ittik onu anları soldurmaya, bilmiyorum.<br /><br />Her şeyi yutan renge değil de kızıla boyasaydık ve hatta adına gül deseydik yine de ölüme çıkar mıydı tüm benzetmeler, imgeler?<br /><br />Yoksa ıslak ve pembe gül kokuları gibi evrene dağıldığını mı hayal ederdik yaşanmışlıkların, tüten saatlerden.<br /><br />İsimler mi giriyor kanımıza?<br /><br />İsimler mi zincirlere vurup halleri zihnimizde, çarçabuk tüketmeye itiyor bizi duyguları, sevdayı ve acıları.<br /><br />Ve isimsizliği midir beklentimin, tutkuyu ve aşkı ince bir tül gibi göğsümden sonsuzluğa dalgalandıran rüzgâr.<br /><br /> Hiç dokunmasak da birbirimize, teninin sıcaklığını yanımdaymışsın gibi hissettiren ve dudaklarının tadını dilime dolayan, gözlerimizin seçemeyeceği mesafeler midir?<br /><br />Sevdanın acemiliğinde aklımdan çıkmandan korkup defalarca tekrarlamam mıdır geceler boyu, adını artık anlamsız örtülere bürüyen?<br /><br />Bilmiyorum.<br /><br />Bildiğim, soruların da uzadığı mesafeler kadar, cevapların o nemli karanlıktan çıkmaya niyetinin olmadığı.<br /><br />Ve zaten önemli değil, çünkü bir oyun bütün bunlar, bir cesaret tohumu sulamak için hepsi.<br /><br />Asıl sormak istediğim, hiç fark ettin mi ince, şeffaf bir tülün salındığını etrafında.<br /><br />Hiç fark ettin mi o kısacık, dostça dokunuş anlarında bir tülün tutkuyla alevlendiğini, evreni içe büküp göğsümde tutuşturduğumu, o kısa anda geceden yıldızlar çaldığını gözlerimin, fark ettin mi?<br /><br />Sitem değil inan, yalnızca tutkuyu sonsuza uzatırken ömrü kısaltan hasrete bir nefes daha katabilmek için.<br /><br />Bu yorgun gecede tek umut, senin gölgende bir soluk daha alabilmek için.<br />Çok mu bencilim sevdiğim?<br /><br />Har şeyi yutan zaman, her şeye rağmen uzayan sevdamıza sızmak için bencilliğe mi eğiyor ruhumu? Haksızlık mı ediyorum?<br /><br />Gücenme sevdiğim; yoklasa da kuruntular akrebin iğnesinden zaman zaman, hayal sahnesinde alevi canlı tutan sensin, biliyorum.<br /><br />Sen de sevmiş miydin benim kadar; o kısacık anları pahalı bir ziynet gibi saklamış, karanlık gecelerde çıkarıp vitrinlere, okşamış mıydın defalarca, seyretmiş miydin her şeyi unutarak.<br /><br />Senin de tüm o huysuzlukların, seni bile şaşırtan ters cevapların, tutkuyla uzayan cümleleri susturmak için zihninin önüne koyduğun kayalar mıydı?<br /><br />Neden öfkelendiğini birdenbire, neden başka şeyler söylemek isterken kısa, kesik cümlelere esir düştüğünü dudaklarının, neden alevlendiğini ruhunun, anlamış mıydın?<br />Ben anladım sevgilim.<br /><br />Neden nefret ettiğimi önceleri senden, hem yanında olmayı isteyip neden hem de dinmez bir kızgınlığa saldığını varlığının beni, anladım.<br /><br />Sen de örttün mü sevgilim; kendi içinde gördüklerinden ürküp sevginin üzerine yaydın mı korkuları?<br /><br />Ama en çok merak ettiğim, soğutmaya çalıştığın dokunuşlarına, kısaltmaya uğraştığın cümlelerine rağmen, herkese ve her şeye rağmen içten içe bağırdın mı, ben söyleyemesem de sen anla beni, bir kelime yeter duvarları mı yıkmaya, söyle hadi dedin mi?<br /><br />Şehri örten karların olacağı gibi yarın sabah, senin de korkuların kısa bir örtü gibi kaldı mı arzuların üzerinde, zaman mesafeler koyduktan sonra aramıza?<br />Yalnızlığın kıyısında yürürken bir gece, kaldırıp örtüleri, uçurdun mu benden yana hayallerini, itiraf ettin mi kendine?<br /><br />Bekliyorum sevdiğim…<br /><br />Eğer bir gün tanrı günahları kollamaktan vazgeçer, düzen yanlıları meşruiyetlerini diğerlerinin yok edilmesine bağlamaktan bıkarsa sevdiğim, uzat elini.<br /><br />Ya da en iyisi sevgilim, kaldırıp o kısa örtüyü aşkın üzerinden, her şeye ve herkese rağmen tek bir kelime fısılda, yık duvarlarımı.<br /><br />O ince, alevli tülün bir ucundan tut, çek beni kendine.<br /><br />Tüm bunları okursan duyacak mısın sana yalvardığımı, susturacak mısın korkuları, yoksa o aldırmazlık oyunundan replikler mi takacak korkular yine dudaklarına?<br />Bilmiyorum.<br /><br />Hiç olmadığı kadar ıssız şimdi gece.<br /><br />Şehre yağan kar silip izleri dondururken zamanı, içime yağan kar daha bir parlatıyor hayalini; üşüyorum.<br /><br /> Ve bekliyorum…<br /><br />İçini ürperten, teninde karıncalanan o ince tüldür sevgilim.<br /><br />O, sensin.Atila Erdemirhttp://www.blogger.com/profile/05903623192566838332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-8071798326847709002009-11-27T21:52:00.009+02:002009-12-15T00:29:20.545+02:00'O'na ya da 'Gelecekteki Sevgili'ye Mektup<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiytaC0PoyckC5AMv-5M8PXQFUTZqc2g8UHokZsyAzmnmQ4DJVNuRopjt_9jyJhfdOV9d9sfBxZ7fAyx52YEGyrBiH_YfK4CIoBD7G6uOW_QZWUbXl8UBfSj6AOwLaaawPM96WNFIwf1fk/s1600/acisess_mektup%255B1%255D.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiytaC0PoyckC5AMv-5M8PXQFUTZqc2g8UHokZsyAzmnmQ4DJVNuRopjt_9jyJhfdOV9d9sfBxZ7fAyx52YEGyrBiH_YfK4CIoBD7G6uOW_QZWUbXl8UBfSj6AOwLaaawPM96WNFIwf1fk/s320/acisess_mektup%255B1%255D.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5408877016662249026" /></a>Aşkım benim;<br /><br />Bu mektubum sana ne zaman ulaşacak bilmiyorum. Hoş, merak da etmiyorum zaten. Çünkü bu mektubu sana yazan ben değilim; biliyorsun. Keza sana asla "aşkım" diye hitap eden biri olmayacağımı da... Aslında senin yerinde asla şu anda aklımda olan kişi olamayacağını bilerek yazmak ne kadar acıtıyor canımı, bilemezsin. Ve çok dertliyim. Tüm bunların sana saygısızlık etmek olduğunu mu düşünüyorsun? Haklısın. Ama ne yapabilirim ki? Olmasını istediğim kişi asla olamayacak senin yerinde ve takdir edersin ki bunu kabullenmek durumunda olmak benim için çok zor.<br /><br />Aslında biraz düşündüm de...<br /><br />Bugüne dek yalnızca iki kız arkadaşımın olması, seçici biri olduğum anlamına geliyor (kibirli ve ukala piçin biri olmadığımı bildiğin için bunu sana belirtmekte beis görmüyorum). Bu da demek ki sen de özel birisin... Bak, dünyanın Age of Empires'taki haritalara benzediği gerçeğiyle yüzleşiyoruz yine. Keşfettikçe aydınlanan haritalar vardı orada, bilirsin (hiç Age of Empires oynayıp oynamadığını bile bilmiyorum, ne biçim çiftiz lan biz?). Keşfetmeden aydınlatmak da mümkündü, ‘Marco Polo’ yazarak. 'Marco Polo'nun gerçek dünyadaki karşılığı ne olabilir o zaman? Yoksa öyle bir karşılık yok mu?<br /><br />Neden susuyorsun ki? Yoksa?.. Sen, ’o’ olabilir misin?<br /><br />Yoksa bu mektup şu anda senin elinde mi? Bak, eğer öyleyse söyle artık. Meraklandırma beni. Şaka yapmayı sevmeyen biri olduğumu biliyorsun. Yani gelecekte, o günlerde bileceğini umuyorum. Bak aklıma ne geldi; eğer o isen mektubun devamını okuma. Sürpriz olsun sana söyleyeceklerim. Eğer ki o değilsen, devam et okumaya.<br /><br />...<br /><br />Sevgilim, seveceğim kadın;<br /><br />Seni çok seveceğim, buna hiç şüphe yok. Lakin vakit daralıyor. Ben sevdiğim insanlara gereğinden de çok değer veriyorum; bu da asıl uğraşmam gereken şeyleri aksatmama neden olabiliyor. Sevgi, biz insanoğullarını bazen öyle bir kaptırıyor ki kendine, bu durum onun da değerini düşürüyor. Ama varlığı kendinden menkul sevginin, laf anlatmak ne mümkün ona... Bak, benim uğraşmam gereken cidden çok önemli şeyler var. Sen de sevgilim olacağına göre, ve ben de malın biri olduğuma göre, asla iyi bir şey olmayacak bu. Bu yüzden şimdiden söyleyeyim: Mademki sevgili olacağız, bundan kurtuluş yok, gel inat etme de çok yakma canımı. Ha, ne dersin? Sana o gün geldiğinde her şeyi bir bir anlatacağım ve sen de bunları umarım ki anlayışla karşılayacaksın. Öyle olmazsa eğer, sıçtığımızın resmidir.<br /><br />Benden şimdilik bu kadar, sevgilim. Sağlıcakla kal.<br /><br />Seni -zaafı sebebiyle- çok sevecek olan,<br /><br />SinanSinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-9059054930271700462009-11-25T13:02:00.008+02:002009-12-03T14:58:39.936+02:00Çağdaş Kentin Homojen İnsanları<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEidznId8s4MLitTw4a2qQKlLtqet9DrdssWJYwMUQ8Ykpg2LjUtlaIA9xFWFUd5_SOP2XAqRMCDBefCtMnOpZq6Bfi1-npeF-ypZkYMWLhofIwIpq_HJd0bfFrdabgeKUZnKp85ciQGY3o/s1600/221120092338006022061_3.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 213px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEidznId8s4MLitTw4a2qQKlLtqet9DrdssWJYwMUQ8Ykpg2LjUtlaIA9xFWFUd5_SOP2XAqRMCDBefCtMnOpZq6Bfi1-npeF-ypZkYMWLhofIwIpq_HJd0bfFrdabgeKUZnKp85ciQGY3o/s320/221120092338006022061_3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5408077514497105858" /></a>İzmir’de vakti zamanında ikamet ettiğimiz mahallede yaşayan birisini anımsıyorum: Bir kadın. Hakkımızda bildiği tek şey, mahalleye yeni taşınmamız ve Karslı olmamızdı. Ne var ki, edindiği bu malumat bile onun mahallede "Bunlar Kürt, PKK'li bunlar!" gibi işkembeden sallama egzersizleri yaparak, ardımızdan fütursuzca lobi faaliyetleri yürütmesine yetiyordu. O günlerde bu durumu aralarında konuşan annemle anneannemin diyaloglarına kulak misafiri olan küçük bir çocuk olarak düşünürdüm: "Acaba sahiden Kürt olsaydık ne olacaktı?" Korkardım. Herhangi bir ortamda memleket muhabbeti geçtiği zaman nereli olduğumun yanında 'Kürt olmadığımı' belirten bir açıklama ekleme gereği duyardım.<br /><br />Hayatımın içindeki insanların büyük bir bölümüyle İzmir'de tanıştım ve dünyayı İzmir’de tanımaya başladım. O zamanlarda, yaşarken düşünemediğim fakat şimdi aklıma geldikçe yeniden muhasebe ederek tahlil ettiğim nice olaylar geliyor gözümün önüne. İlköğretimde, toplumun o görünmez baskısından ötürü kendi kendini asimile edip kimliğini bastıran; lisede, prestij ve itibar sağlamak amacıyla Ülkü Ocakları'na katılıp onların değerlerini onlardan çok benimseyerek 'kraldan çok kralcılık' yapma yanılgısına düşen Kürt arkadaşlarım vardı. Aslında tüm bunları, İzmir'e özgü karakteristik bir özellik olan, 'kendisine dahil olanları içinde eritme, kendine benzetme' gibi orijinal bir sosyolojik olguya bağlıyorum. Kalıplaşmış bir duruşunuz yoksa, kent halkının içinde kaybolup 'ortalama bir İzmirli' olursunuz. Bunu size yaptıransa dışlanma korkusuna bağlı olarak girdiğiniz sürü psikolojisidir.<br /><br />İzmir'in varoşlarında, örneğin Kadifekale gibi semtlerinde yaşayan Güneydoğu kökenli insanların büyük bir kesimi ise, şehrin o 'büyülü toplumsal baskı'sından kendilerini soyutlayarak onunla mücadeleye girmiş; kentin belli semtlerinde bir bütünlük oluşturarak kendilerine özgü bir tutumla direnmektedirler. Toplumdaki kentsoylu, aristokrat kesimler tarafından ikinci sınıf insan muamelesine uğramalarının büyük etkisiyle de toplumdan kopuk yaşayıp illegal işlerle iştigal eden bir güruh olmaya mahkum edilmişlerdir.<br /><br />İşte, 22 Kasım 2009 günü, on yıllardır bu kıskacın içinde sıkıştırılmış, ve 'pis işler'e yönelmeye zorlanmış, "Ya sev ya terk et" baskısına maruz kalmış bu kesim, dışlandığı toplumdaki insanlarla eşit sosyal ve kültürel haklara sahip olmaya erişme sevincini yaşamaya müstahak görülmedi. Konvoyu oluşturan siyasi parti araçları tahrip edildi, kucağında küçücük çocuğunu taşıyan bir ananın da bulunduğu arabanın camı sopalarla kırıldı... Ve tüm bunları 'demokrat', 'çağdaş', 'ilerici' olarak addedilen; ve fakat uyguladığı çağdaşlık, kız evlatlara verilen serbestlik, kadınlara verilen evde söz sahibi olma gibi sığ şeylerle sınırlı kalan (bunlar asla tek başlarına uygarlık demek değildir, yalnızca tamamlayıcı öğelerdir) İzmir halkı gerçekleştirdi. Bu korkunç eylem aslında yalnızca "Ya rütbeni bilerek yaşarsın ya da sonuçlarına katlanırsın" gibi faşist eğilimler taşıyan bir bilinçaltının kaba kuvvette vücut bularak tezahür etmesidir.<br /><br />İnsan, bilmediği şeylerden korkar. Oradakiler de, üzücüdür ki, bilmiyorlar bazı şeyleri. İzmir halkının çoğunun zihnine işlemiş olan "Türkiye'yi yalnız İzmir'den ibaret sanma" gibi korkunç bir yanılgı veya bir ön kabul var. Çocukluktan gençliğe geçiş dönemimi orada geçirmiş biri olarak bunu ne yazık ki ben de yaşadım. Ne zaman ki üniversite için İstanbul'a geldim; o zaman anladım ki, Türkiye İzmir'den ibaret değil. Bambaşka bir dünya var İzmir'den gayrı. Şehrin genelinde egemen olan bir baskı var; kendine benzemeyeni, farklı olanı öğüten, eriten bir baskı bu. Yetişkinler çok iyi bilir bunu. Bu bakımdan özellikle şehrin gençlerini çok da suçlayamıyorum bu konuda. Asıl suçlanması gereken; gencecik zihinleri manipüle ederek onlara şiddeti kutsayan fikirleri aşılayıp sistem bekçisi olarak yetiştiren militarist burjuva düzenidir.<br /><br />Bir açılımdan söz ediliyor son birkaç aydır. Toplumsal anlamda hiçbir altyapısı oluşturulmadan başlanan bir açılım... Siyasi iktidarın tabanının önemli bir bölümü tarafından bile soğuk karşılanan bir açılım... 25 yılı aşkın bir süredir silahtan başka, bir alternatif çözüm üretilmeye gerek görülmemiş; oysaki Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en önemli sorun... Kan ve şiddeti kirli politikalarına malzeme edinmişler tarafından uzun müddet boyunca kaşınmış bir sorun bu. Televizyon, gazete ve internet vasıtasıyla muhtelif manipülasyonlara maruz kalan bir toplumsal yığının parçaları olarak sağduyu sahibi olmamızı gerektiren zamanlarda yaşıyoruz. Hassas olmalı, olayları ince eleyip sık dokumalıyız.<br /><br /><br /><em><a href="http://www.birgun.net/">BirGün</a> gazetesinde 3 Aralık 2009 tarihinde yayınlanmıştır.</em>Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com5tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-24166729531832734302009-07-22T17:30:00.004+03:002010-01-20T18:08:56.744+02:00Söğüt ve Kuzgun<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiN5XYWgeKpDyZDfnYyDSPAkDkeA-KJWyYAStouAzOh5DXaKF1Te45vio0CPQwiM1yq4hBSnoqwyWUlb-4D3nxv1aR80egHUNu9QQor4e-iLnFlgtmEqcnERvHEJtaG7CH1swahyp-qRq8K/s1600-h/huzun12.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 315px; height: 250px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiN5XYWgeKpDyZDfnYyDSPAkDkeA-KJWyYAStouAzOh5DXaKF1Te45vio0CPQwiM1yq4hBSnoqwyWUlb-4D3nxv1aR80egHUNu9QQor4e-iLnFlgtmEqcnERvHEJtaG7CH1swahyp-qRq8K/s320/huzun12.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5361304852972132354" /></a>Bir gün, olur.<br /><br />Diğerlerinden farklılaşmayan tonuyla akarken gün, batmayacağını düşündüğünüz ama sizi istediğiniz sahillere götüreceğinden de emin olamadığınız, ruhunuzun direkleri sarsıldığında su alan geminizin güvertesinden seyrettiğiniz sisin içinde, bir karaltı belirip kaybolur, bir başka renk vurur günün kıyılarına, titrersiniz.<br /><br />Telefonunuza düşen kısa bir mesaj, kıvrımlarında özlemi, mahcubiyeti ya da belki nefreti sancılayan karmaşık bir el yazısıyla yazılmış sade bir not, karanlık bir kapı aralar geçmişe, günün rengi değişir.<br /><br />Ucuna taş bağlanıp hafızanın derinlerine itilen binlerce ayrıntı ağırlıklarından kurtulup yüzeye çıkar.<br /><br />Önce hep küçük ve önemsiz ayrıntılar, onu son gördüğünüzde yaptığı bir el hareketi, mimik ya da elbisesinde görüp de nedense gözünüzü alamadığınız bir iplik, bir kırışık…<br /><br />Sonra da hayatta hep diğer yolu seçmenize neden olan, karanlık bir el gibi zihninizin raflarında dolaşan ihanetler, cümleler ve vazgeçişler gösterir yüzünü tek tek.<br /><br />Siz daha ne olduğunu anlamadan irili ufaklı pek çok parça bir araya gelir, belki kendinize rağmen unutmamak için direndiğiniz, belki de artık unuttuğunuzun bile farkında olmayacak kadar silindiğini sandığınız bir sima, başka hatıraları da peşine takarak zihninize hücum eder.<br /><br />Göğsünüzde oturan kara bir lekenin kanatlarını açıp palazlandığını, boğazınıza doğru tırmandığını hisseder, telaşlanırsınız.<br /><br />Geçmiş zamanın yüzlerinden biri silkelediğinde uykusunu eteklerinden, pek çoğunu ilk kez tadacağınız duyguların birbirine girdiği karmaşık bir yumağın ucundan tutmuşsunuz demektir.<br /><br />Genzinizi yakan karanlığı dindirmenin tek yolu, tuttuğunuz iplikten başlayarak sonuna kadar gitmektir ve zaten karşı da koyamazsınız yumağın içindekileri görme arzusuna.<br />Geçmiş uyanır, gün susar.<br /><br />Eski sandıkları açtığınızda uçuşmaya başlayan tozlar günün üzerine serilir, renkler solar.<br />Düşüncelerinizi çelecek kadar parlayan tek şey bir çift mahmur göz olur, sizi kendine çeker.<br /><br />Her gün defalarca yürüdüğüm ve artık her köşesini ezberlediğimi sandığım düz bir patikanın ortasında aniden beliren bir kara deliği çağrıştırır bana geçmiş.<br /><br />Bir telefon mesajının, karmaşık bir el yazısının, belki de bir isim benzerliğinin tetiklediği, görünürde hiçbir özelliği olmayan sıradan günlerin içine serpiştirilmiş, çekim kuvvetine karşı koyamayacağınız bir kara delik.<br /><br />Ve o kara delik ki, hayatınızdan uzun zaman önce çıkmış olan insanların, onları son gördüğünüzde nasılsalar hala öyle oldukları, hiç yaşlanmadan uyudukları bir mezarlığa açılır.<br /><br />Hiçbir mezar taşının üzerinde ölüm tarihinin yazmadığı, doğum tarihlerinin hemen ardından gelen o düz çizginin bir boşlukla son bulduğu tekinsiz topraklar uzanır ayaklarınızın altında.<br /><br />O düz çizginin açıldığı boşluk, bazen umutla bazen de kaygıyla beklenendir.<br />O boşluk, gelme ihtimalidir çıkıp gidenlerin.<br /><br />Hayatın değil ama sizin yitirdiğiniz insanların yattığı o mezarlıkta, bastığınız toprağın kaynadığını, sabırsızca kımıldadığını fark edersiniz.<br /><br />Telefondaki bir ses ya da bir tesadüf, eline geçirdiği kürekle içinize dalar, kara bir toprağın koynunda hiç bozulmadan yatan bir bedeni çıkarıp kollarınıza bırakır.<br /><br />Kimdir bu uyanan, adı neydi?<br />Yağmurda yürümeyi sever, duymak istediğiniz cümleleri yarıda kesip sizi çıldırtır, kara bir fırında kızdırdığı kelimeleri üzerinizde gezdirmekten hoşlanır, gelgitleriyle içinizi aşındırır mıydı?<br /><br />Yoksa bacaklarınızı karnınıza çekip küçülmek istediğinizde, her şeyin ve herkesin uzağına düştüğünüzü hissettiğinizde, başkalarının hayatla kurduğu o sağlam köprüyü asla kuramayacağınıza inandığınız bir eşikte üzerinize eğilir, tek bir dokunuş ve küçük bir tebessümle dağıtır mıydı gözlerinize inen sisi?<br /><br />Ne renkti saçları ve kim, neden çıkarmıştı diğerini hayatından?<br /><br />Çıkıp gelme ihtimalinin varlığını düşündüğünüz gecelerde hangi duygu örtüleri kaldırıp koynunuza girerdi?<br />Endişe mi sağardı ihtimaller, umut mu?<br />Kaygı yağmurunda mı ıslanırdı ihtimaller, umut mu sızardı yoksa paçalarından?<br />Yazık ki en çok ıslatan ihtimalleri, kaygı oluyor.<br /><br />Yıllar sonra bir tesadüf hazzetmediğiniz birini kaldırırsa mezarından, sizden daha iyi bir yaşam sürüyor olma ihtimali başınızı çevirir miydi başka tarafa?<br />Görmezden gelir miydiniz onu?<br /><br />Sizin de karanlık kuytularınızda bir hesabınız, bir gün karşısına çıkıp sahip olduğunuz şeyleri göstererek canını acıtmak istediğiniz birileri var mı?<br />Çetelesini tutuyor musunuz onların?<br /><br />İnsan kendisi yaptığı için mi başkalarının da aynı hesabı kurduğunu düşünüp çevirir başını eski tanıdıklarından?<br />Lekeli olan aslında, gözlerimiz mi?<br />Bu yüzden mi sabıkalı eski ve yeni tüm yüzler?<br /><br />Anlaşılmaz ve affedilmez bir planı var tanrının; demir parmaklıklar ardına gönderdiğimiz her suçlunun azmettiricisi yine kendimiz çıkıyoruz.<br />Hayatımızdaki tüm sabıkalıları zindanlara doldurmamıza rağmen canımızı acıtanların sayısının azalmaması yargıcın sabıkasından olmalı; kendimizi mahkûm etmeye yanaşmıyoruz.<br /><br />Yine de o mezarlıkta yatan masum birleri de olmalı ki, bir filmin ya da bir dizenin kalkanlarımızı indirdiği anlarda üzerimize eğilen, yıldızların gözlerini iri iri açtığı bulutsuz gecelerde koynumuza giren bir umut var.<br /><br />Soğuk mermerlerine kuzgunların tünediği zindanların uzağında, ufukta sancılanıp kızaran güneşin altında yaprakları eflatun bir rüzgârla titreşen genç bir söğüdün dibinde, uyanması için inandığınız ve inanmadığınız tanrılara yakardığınız biri yatıyor mu sizin de mezarlığınızın bir köşesinde?<br /><br />Siz de günün renklerini tozlar altında soldurup sık sık, davet ettiğiniz bir kara delikten o mezralığa fırlatıyor musunuz aklınızı ve ruhunuzu, sırf üzerine dökülen yaprakların çizgilerinde oynaşan hayalleri toplamak için?<br /><br />Onun uykusu üzerinde batan her güneşle birlikte sizin de hayatınızdan bir ışık eksiliyor, söğüdünüzün ince dalları herkese ve her şeye diz çöküp yakararak toprağa yüz sürüyor mu?<br /><br />Uykusunda sizi sayıklasa bir an ve kulağınız çınlasa, çekiyor mu kara lekeli kanatlarını gözlerinizden kuzgunlar.<br /><br />Kaç söğüt, kaç kuzgun, düz bir çizginin ucundan boşluğa yuvarlanan kaç yaşam yitirdiniz?<br />Tanrım, ne çok insan düştü hayat ipimden?<br /><br />Yanlarında geçmişin izlerini ve geleceğin düşlerini kapı dışarı ettiğim, tek bir cümleleri havada kalmasın diye çırpındığım, geri dönmemek üzere çıkıp gittiklerinde bir gün hayatımdan, bin yıldır yanan bir meşaleyi söndürür gibi varlığımı anlamsızlığa yuvarlayan ne çok insan kaybettim.<br /><br />Benden başkasının yaşamadığı kara bir gezegenin yörüngesine giren kuyruklu yıldızlar ya da meteorlar gibi semalarımda süzülen, tek bir parıltısını kaçırmamak için gözlerimi alevinden sakınmadığım, üzerime saçılan yanık kokulu yıldız tozlarını, sözlerini ve bakışlarını kutsal bir hazine gibi hafızamın kilitli sandukalarında muhafaza ettiğim, ışıkları sönüp bilmediğim bir karanlığa yollandıklarında bir gün, yaslarını tutmak için gözlerimi herkese ve her şeye kapadığım uzunca bir süre, ne çok insan yitirdim.<br /><br />Göğsümden sonsuza uzanan kara toprağa dikili soğuk mermerler üzerinde, düz bir çizginin ucunda ne çok boşluk biriktirdim.<br /><br />Göğsümde, günbatımında yaprakları eflatun bir alevle tutuşan narin bir söğüt salınır, kuzgunlar öter, her gece soyunup örtülerinden kaygı ve umut, sırayla koynuma girer.<br /><br />Nice söğüt, nice kuzgun, düz bir çizginin ucundan boşluğa yuvarlanan nice yaşam yitirdik.<br />Tanrım, ne çok insan düştü hayat ipimizden?Atila Erdemirhttp://www.blogger.com/profile/05903623192566838332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-18774190702182239072009-07-16T13:24:00.008+03:002010-01-20T18:08:42.770+02:00Acı Biber ya da Sıçtık<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTyNlCz7oTdl_74NeVQ6kmAI1XT3sPooYB9_o3yz3Khov4R_aNF2c4D1MX1mfqQFvIoqmTA5kn5NBpM4rdfJcp6t_bitGB98GQfY9zlNJLGaGFJlLBz1oo9mv0hF9BzjDche9ycTxf_2M/s1600-h/klozet.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 214px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiTyNlCz7oTdl_74NeVQ6kmAI1XT3sPooYB9_o3yz3Khov4R_aNF2c4D1MX1mfqQFvIoqmTA5kn5NBpM4rdfJcp6t_bitGB98GQfY9zlNJLGaGFJlLBz1oo9mv0hF9BzjDche9ycTxf_2M/s320/klozet.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5359006407026494146" /></a>Yazmaya başlamakta değil mesele; yazıyı bitirdikten sonra “ben bunu niçin yazdım?” sorusunu yanıtlamakta. Bu sorunun doğru cevabını asla veremedim kendime sanırım. İçimdekilerin yalnızca yüzde beşini aktarabilsem, sen de bunun yalnızca birlik kısmını alsan, herhalde yapacağın ilk iş en yakın camdan aşağı atlayıp ömrüne son vermek olur. Yabancılaşırsın kendine çünkü. Tanıyamazsın. Ya da tam tersi: Gerçek ‘sen’le tanışırsın ve bu da mideni bulandırır.<br /><br />Yazıyorum. Egomu tatmin etmekten başka bir şeye yaramayacağını bile bile hem de. Amatörce. Yazının altındaki boşlukları siz yazıseverler doldurun, yorumlayın, beni övün, bana sövün, bolca selam yollayın diye… Sonunun bombok olduğunu bildiğim bir yola çıkmak gibi; kahrolası, iğrenç insanî reflekslerime yenilip her defasında yazıp bunu da paylaşmak birileriyle… Ben birilerine söveceğim, sen beni şakşaklayacaksın. Ben birilerini öveceğim, sen iç çekip böbürleneceksin. Bir alışkanlık bu belki. Bir kaçış. Veyahut bir deneme. Lakin her seferinde dank edecek kafama, tüm bunların hiçbir boka yaramadığı.<br /><br />Kafamdaki sözcükleri rastgele savuracağım, yarım yamalak ama birbiriyle alakası olduğunu bildiğim kavramları düzeceğim peşi sıra… Tarifi anlamsız bir dünya yaratacağım zihninde, seninle oynayacağım. “Acaba?” diyeceksin bir an. Ama yalnızca bir an… Sonra yine döneceksin sürdürmeye alıştığın o tasasız hayatına. Masal bitti zira.<br /><br />Ben Aziz Nesin diyeceğim, sen Sabahattin Âli; o Yaşar Kemal diyecek, ben Vedat Türkali… İsimler konuşacak, isimler konuşulacak. Fakat gün gelmeyecek ki mitlerin değil de ‘eylem’lerin konuşulduğu… Konuşulduğu gün gelse, eylendiği gün gelmeyecek. Biliyorum. Hepimiz yapıştık o koltuğa çünkü. Yatılacak rahat bir yatak, karın doyuracak bir kahvaltı, bira-kuru yemiş alacak bir kâğıt parçası, düğüne giyilecek bir takım elbise, kumsalda takılacak bir güneş gözlüğü, kız ayartma işlevini gören bir araba… Bunların yarısına sahip olup da o popoyu kaldırıp haksızlığa, yanlışlığa, abesliğe, çürümüşlüğe, yozlaşmışlığa baş kaldıracak insanların devri geçti zira… Geriye kalanlarsa ya belleklerini yitirdiler ya dermanlarını…<br /><br />Gırtlağımı yırtarcasına haykırsam duyabilir misin beni? Kafamı duvarlarda parçalasam titrer mi oynatmak için ne beklediğin bilinmez o gövden? Köhnemiş, sözümona ahlâkı kendinden menkul kültürünün pisliğine göz açıp onu lanetlemeye yeter mi camın ardından sarf ettiğim çabalarım?<br /><br />Güleceksin bana bıyıkaltından.<br /><br />Aynaya bakmaya cesaretin kalmayacak bir gün. Üstündeki o marka gömleği yırtıp parçalamak paklayamayacak seni. İki sokak arkadakilerin yoksulluğundan beslenen gayrımeşru zenginliğin, "azıcık aşım dertsiz başım" diyen ‘bana dokunmayan yılan bin yaşasın’ mantığın boğacak seni, yarattığın o bok çukurunda.<br /><br />Gelmeyecek o gün… Gelemeyecek. Biliyorum. Ya yalnızca kendimi yok edecek bu tarifi olanaksız, fokur fokur kaynayan öfke, ya da tüm pisliğinizi toptan süpürüp kana bulayacak dört bir yanı.Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com1tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-13622259084056611252009-07-12T17:59:00.007+03:002010-01-20T18:08:26.005+02:00Tanrı Üşümüş Olmalı<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh6lzmrSAIeto5nigk-uMS9XEtrMOyCnAcNM7ZzVeOpkC0LVzNeLyJeyGmTjI5iEjpXlrMtBFS1JCl_pq8k7B1k1FrPJP552JihCWis59o9qC7w5vYWnjvtzrlRnPu4a2iswNZaNJIESFWo/s1600-h/sonbaharda-park.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 240px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh6lzmrSAIeto5nigk-uMS9XEtrMOyCnAcNM7ZzVeOpkC0LVzNeLyJeyGmTjI5iEjpXlrMtBFS1JCl_pq8k7B1k1FrPJP552JihCWis59o9qC7w5vYWnjvtzrlRnPu4a2iswNZaNJIESFWo/s320/sonbaharda-park.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5357605975613845154" /></a>Tanrıyı terk ettiğim günü hatırlıyorum.<br />Hava soğuktu.<br /><br />Ne zaman bir çağrışım tetiğini çekse cevapladığımı sandığım ama aslında üstünü örttüğüm soruların tanrıya dair, bir tünele girdiğimi hissederim ben.<br /><br />Zihnimi kamaştıran metalik gıcırtılar eşliğinde bir vagon kalkıp içimde bir yerden, parlak neon ışıklarının karanlığı kovaladığı, aydınlık kavislerin kara köşelerce yutulduğu, uzun, dar ve yüksek tavanlı bir tünele dalar.<br /><br />Tünel uzadıkça vagon sarsılır; her sarsıntıda bir soru uyanıp uykusundan, geniş kanatlarını açarak zihnimin çeperlerini zorlar.<br /><br />Bu yolculukta ilk dönemeç çocukluğuma kıvrılır daima; katıksız inancın özgürlüğünden soruların esaretine fırlatılan zihnimin oturduğu ilk mancınık, ilk soru, eski bir defterin kapağından seslenir.<br />‘İnsan nasıl inanmayabilir tanrıya?’<br /><br />Henüz yedi yaşında olmalıyım, ilk sayfalarında Ali’nin ata baktığı defterin sonunda tanrıya çevirirken yüzümü. Pek çok defter tükettim o zamandan beri ve eski sorular huzursuz uykulara daldı.<br />Defterler kapandı, gerisi sessizlik.<br /><br />Tünelde ikinci durak gençliktir her zaman; masum şaşkınlığın hesaplı bir kızgınlığa evirildiği yıllar akar zihnime.<br /><br />Tanrı, esir düşmüştür.<br /><br />Zihnim kadar karmaşık bir defterin arka kapağının iç kısmında, iki ucu birbirine geçmiş bir dairedir tanrının yürüdüğü yol; çıkışı ve bir sonu yoktur. ‘Tanrı, iyi olmaya çalışılan bir ömürle satın alınabilecek kadar küçük mü, yoksa kuralsız bir ömrü affedebilecek kadar büyük müdür?’<br />Soru cevaptır, tanrı çaresiz.<br /><br />Ne çok şey istemiş, ne kadar çok kızmış ve ne çok şeyle itham etmiştim.<br />Defalarca şantaj yapmış hatta rüşvet bile teklif etmiştim gecenin ihtimalleri silip süpürdüğü karanlık uçlarında.<br /><br />Ama olmazdı, yetmezdi.<br />Tanrı hep susardı ya da o başka bir dilden konuşurdu da ben duyamaz, anlayamazdım.<br /><br />Kim bilir, belki de ilk elden vermeliydim rüşveti. Önce olmayı vaat ettiğim kişi olmalı sonra istemeliydim tüm o absürd şeyleri; ne de olsa dileğimi yerine getirdikten sonra vaat ettiğim rüşveti vereceğim kesin değildi.<br />Onca günah ve sevabı hesaplayan tanrı ticarette ustalaşmış olmalı artık, rüşvetin sonradan verildiği bu alış-verişe razı olmadı hiç.<br /><br />O sustu, ben gerildim.<br /><br />İnsanlar sağırdı ve sanki tanrı dilsiz; gece kuşlarının kanadında gökyüzüne uçurduğum nameler, hep cevapsız kalırdı.<br /><br />Üçüncü durağın vaktidir artık; sahnede, tenini sonbahar rüzgârlarının okşadığı eski bir park kurulmalıdır.<br /><br />Tanrıyı terk ettiğim günü hatırlıyorum.<br />Hava serindi.<br /><br />Sessizdi şehir; sokakların dudaklarına gri bir sonbahar sakinliği çökmüştü.<br /><br />Hemen her zaman yaptığım gibi kalabalıktan kaçmış, yeşil bir kubbenin altında dua ediyormuş hissiyle yürüdüğüm şehrin arka sokaklarını ziyaret etmiş, sonunda da hep yaptığım gibi, etrafını bir sessizlik duvarının çevrelediği parkta, boyası dökülmüş bir bankın kenarına oturmuştum.<br /><br />Tanrıyla kendi bildiğim yollardan iletişim kurmak için defalarca sığındığım o parka, o gün bambaşka bir niyetle gittiğimi anımsıyorum.<br /><br />Kırgın, kızgın ve kıyısındaydım yaşamın.<br />Hissettiğim, kandırılmışlıktı.<br /><br />Binlerce sayfanın refakat ettiği, toplumun ve kitapların söyledikleriyle içimde sızlayanı uzlaştırmaya çalıştığım, hırpalandığım ve bıkıp usanmadan göğsümü deştiğim bir sürecin ardından hissettiğim; boşluk.<br /><br />İçimde yükselen sesin dışarıdaki gürültüye sancılı ve kısa cümlelerle direndiği, gönlümde tüten ateşe ters düşen aklımın ruhumu çarmıha gerdiği bir defterdi geçmiş; son sayfası bir bankın üzerinde yazılıyordu.<br /><br />Defter kapanıyordu ve yedi yaşında sorduğum cevapsız bir sorudan daha fazlası değildi hala tanrı.<br />Hissettiğim, kandırılmışlıktı.<br /><br />Uzunca bir süre, hava kararacak kadar, ani bir fikir patlamasıyla tüm soruları çürüterek son umudun elinden tutmasına fırsat vermeye yetecek kadar tanrıya, uzunca bir süre bekledim.<br />O, sustu.<br /><br />Sonunda yavaşça ayağa kalktığımı, ben kalkarken inancın o bankın üzerinde kaldığını hissettiğimi hatırlıyorum.<br /><br />Bir de parktan çıkarken bile yavaşlattığımı adımlarımı, arkama dönüp dönüp baktığımı, o bankın üzerinde ve hemen karşısında duran, artık tüm dallarının hatlarını ezberlediğim ağacın ayrıntılarında bir işaret arandığımı, bulamadığımı…<br />Ve ‘hoşça kal’ dediğimi.<br /><br />Şimdi düşünüyorum da ne kadar komik; zihnimden ve ruhumdan ayrı olduğunu ve terk edebileceğimi onu tek bir kelimeyle, çıkarabileceğimi sanmam hayatımdan ne kadar da komik geliyor.<br /><br />Tanrıyı terk ettiğimi sandığım günün gecesi, üzerimde kısa bir pantolonla fısıldıyor olmam geceye, duyması için yalvarmam terk ettiğime, ne kadar komik.<br /><br />Ve dördüncü durak; yüzünde kurnaz bir gülümseme ve elinde içi soru dolu bir bavulla tanrının beni beklediği, o son durağı tünelin.<br /><br />Yoksa tanrı anlayışlı bir ebeveyn gibi, bedenlerimizden çok önce ruhlarımızı karşısına alıp dünyaya gelmek isteyip istemediğimizi sordu da, biz mi hatırlamıyoruz?<br />Sakın tüm o sitemlerimiz, kızgınlıklarımız ve sessiz gecelerde yatağımızın içinde iki büklüm, karanlık köşelere attığımız ‘neden’ soruları…<br /><br /> Boşuna mı günahını aldık tanrının?<br /><br />Cevap ne olursa olsun bana öyle geliyor ki, hiçbirimiz kızgın değiliz ona, en azından bir bedene sızdığı için ruhumuz.<br /><br />Kızgınlığımız daha ziyade başkalarına verdiğine inandığımız şeyleri bizden esirgediğini düşünmemizden; üvey evlat gibi hissettiğimizden.<br />Kızgınlığımız, dokunduğumuz her şeye sirayet eden kükürt kokulu memnuniyetsizliğimizden, uzanamadığımız her şey için bir yara açıp tenimizde, içine bir zaaf doğurduğumuzdan.<br /><br />Kızgınlığımız; zayıflığımızdan.<br /><br />Belki de en başından elimizde bir reçeteyle doğduğumuza inanarak yapıyoruz hatayı.<br /><br />Binlerce yıllık kitaplar, sözler ve hikâyeler doğan her bebekte sıfırlanıyor, hükümsüzleşiyor yeniden yorumlanıp kurulmak için.<br />Her seferinde başa dönüyor yaşam, her bebekte sıfırlanıyor sayaç.<br /><br />Tanrı hiçbir zaman düşündüğümüzden ve istediğimizden daha fazlası olamıyor belki.<br />Belki de hiçbiri değil bunların, belki yine aldanıyoruz.<br /><br />Tek bildiğim; insanlar sağırdı ve sanki tanrı dilsiz; gece kuşlarının kanadında gökyüzüne uçurduğum nameler hep cevapsız kalırdı.<br /><br />Tünelden çıkıyorum, hava serin.<br />Üşümüş olmalı tanrı, titriyor içim.Atila Erdemirhttp://www.blogger.com/profile/05903623192566838332noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-53181842966943356662009-07-11T18:42:00.009+03:002010-01-20T18:07:59.025+02:00Hepimiz Suçluyuz...<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiEbI9VaYcqQzn60bmv5Tg-nIxCovzmwba007SAvi9psNcouIii_BuiPdheOzSQIBfLFQKr_YaKY2kpAgB1bJCekeQLA53VzShLWyQUQeG8bzhqIq070rMTzWoPaaRSO29dcmAs7IgAE3w/s1600-h/ghemlik_dada.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 214px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiEbI9VaYcqQzn60bmv5Tg-nIxCovzmwba007SAvi9psNcouIii_BuiPdheOzSQIBfLFQKr_YaKY2kpAgB1bJCekeQLA53VzShLWyQUQeG8bzhqIq070rMTzWoPaaRSO29dcmAs7IgAE3w/s320/ghemlik_dada.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5357234400707457186" /></a>Dünyanın her bir yanında birbirinden farklı düşünen insanların kutuplaşmasını körükleyen medya organları var ve bu medya organlarının attığı oltalara -her ne kadar farkında olamasak da- hepimiz bir anlamda takılıyoruz. Hakkında konuşulan, yazılan, fikir belirtilen bir olayda, çizilmiş mevcut kutuplaşma senaryosunun dışına çıkıp ezberbozan bir ortam yaratamıyoruz maalesef.<br /><br /> Dünyada her an bir yerlerde birileri haksızlığa, fiziksel ve/veya psikolojik şiddete maruz bırakılıyor ve saire... Fakat gördüğüm odur ki, hepimiz egemen medyanın yayınlamayı seçtiği kadar bunlardan haberdar olup ona göre konuşuyoruz. Irak'ta her gün masum insanlar intihar saldırıları sonucu öldürülüyor. 2003'ten bu yana 1.5 milyon insan... Son üç-dört yılda sıcak savaşın durulmasıyla birlikte televizyonlarda her gün gördüğümüz "Irak'ta intihar saldırısı: 7 sünni, 11 şii öldü." vb. haberleri ise tepkisizce karşılar olduk. Şu an gündemde Uygur kıyımı var. Katledilen insanların etnik/dinî kimliklerine göre sahiplenilmesine alıştığımız için, bu dramı da milliyetçi kesimin en başta sahiplenmesine şaşmamak gerek. Tıpkı İsrail'in geçen kış Filistin halkına uyguladığı katliamı da başta islamcı kesimin sahipleniyor görünmesine şaşmadığımız gibi. Çin Halk Cumhuriyeti devletinin kendi içindeki azınlıklara karşı güttüğü baskı ve şiddet politikası yeni değil. 1949'da işgaline girişilen Tibet bölgesinde Dalai Lama'nın önderliğindeki on binlerce masum Tibetli'yi katleden yine Çin devletiydi.<br /><br /> Yalnızca egemen medyanın gündeme taşımayı seçtiği olaylara göre yürüttüğümüz bir tartışmalar silsilesi ve buna bağlı olarak itildiğimiz kutuplaşmalar var. Geçen kış İsrail'in Filistin'e karşı uyguladığı kıyım sürecinde öldürülenleri salt 'müslüman' olmaları sebebiyle sahiplenen ve bunu da bir anlamda Yahudi düşmalıklarını meşru zemine taşımak için kullanan kesimin iki yüzlülüğüyle, Çin'in şu anda uygulayageldiği katliamı 'Kızıl Çin'in vahşeti' temalı haberleriyle sosyalizm aleyhtarı propaganda yapmak için kullanan kesim arasında bir fark göremiyorum. Hoş, Çin'in ne kadar sosyalist olduğu da ayrı bir konu. Vakti zamanında Che Guevara'nın Libya'da yaptığı bir konuşmasındaki "Sovyetler Birliği'nin emperyalizm açısından ABD'den hiçbir farkı yoktur" tümcesini aslında bugün Çin için kullanmak pek de abes kaçmayacaktır. Çetin Altan'ın da ilgili güzel bir sözü vardır: "Sosyalistler yalan söylemez, fakat bazı yalancılar sosyalist olduklarını söyleyebilirler."<br /><br /> 19 Ocak 2007'de Hrant Dink'in öldürülmesinin ardından, gerçek sosyalistler sokaklara dökülüp bir insanın sırf Ermeni olduğu için öldürülmesine tepki göstermişlerdi. İki buçuk yıldır da bu tepkilerini sürdürerek bu davanın her safhasında Hrant'ın ailesinin ve dostlarının yanında oldular, "Hepimiz Hrant'ız, Ermeni'yiz" diyerek katillere ve onlara arka çıkanlara "Haydi bizi de vurun" mesajı verdiler. Bugün Sincan'daki katliamı sahiplendiğini söyleyip "Hrantçılar, şimdi neredesiniz?" diyen demagoglar, zamanında Hrant'ın ardından onu ve arkadaşlarını aşağılamaya çalışan, katilleri öven türküyü çığıranların sırtını sıvazlayanlardı. Eğer 'Hrantçılar' dediğiniz kesim şimdi "Hepimiz Uygur'uz, hepimiz Türk'üz" demekten çekiniyorsa, bunda kendi payınızı biraz düşünmelisiniz.<br /><br /> Başlarda da söz ettiğim gibi, egemen medyanın güdümündeki gündemlere takılıp kalıyoruz. Peki bu durumu nasıl aşabiliriz? Kişisel fikrim, mümkün olduğunca televizyondan uzak durmak ve alternatif medyanın olanaklarından yararlanmak yönünde. Televizyonda bir absürtlük var. Sözgelimi şu anda Star TV'de İbo Show'u izleyip İbrahim Tatlıses'in Kürtçe şarkısını dinliyorsunuz, fakat bir saat önce aynı kanalın ana haber bülteninde dağlarda PKK'lilere 'ölüm kusan' Bordo Bereliler'in tanıtım filmini izlemiştiniz. Ahmet Kaya, on yıl önce, sonraki albümünde Kürtçe şarkı söylemek istediğini söylediğinde aldığı tepkiyi anımsıyor musunuz?<br /><br />* Ortak hedef: İsrail'i protesto etmek. Ve fakat solcularla islamcılar bunu bir arada gerçekleştiremiyor.<br />* Ortak hedef: Çin'i protesto etmek. Ve fakat solcular, milliyetçilerle aynı safta olmaya çekiniyor.<br /><br /> Hepimiz bir anlamda suçluyuz; zira dünyanın herhangi bir noktasında zulme maruz kalan insanları, medyanın göz önüne getirdiği ölçüde düşünüyoruz.<br /> Hepimiz bir anlamda suçluyuz; zira insanları salt etnik/dinî kimliklerine, siyasi görüşlerine göre sahipleniyoruz.<br /><br />Göremediğimiz bir gerçek var: <em>Aslında hepimiz mağduruz...</em>Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com0tag:blogger.com,1999:blog-2517221775693275269.post-17209499076610185362009-07-04T13:56:00.012+03:002010-01-20T18:07:29.955+02:00Kafamdaki Fısıltılar<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgi4FOVvYDScaHbU6F649Po2-YVsiHQ1_mEKAAV3DfSTP6Np3BUaxDHclFvEIyXbIJSPGeYGDMS0E2Bj70Lr5S8p_xgWe1ey-pMJlUnSCahnfktxBgU22cLnWI6basG7R6KO4QFL2fyjHI/s1600-h/kitap.jpg"><img style="float:left; margin:0 10px 10px 0;cursor:pointer; cursor:hand;width: 320px; height: 231px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgi4FOVvYDScaHbU6F649Po2-YVsiHQ1_mEKAAV3DfSTP6Np3BUaxDHclFvEIyXbIJSPGeYGDMS0E2Bj70Lr5S8p_xgWe1ey-pMJlUnSCahnfktxBgU22cLnWI6basG7R6KO4QFL2fyjHI/s320/kitap.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5357620049262176978" /></a><strong>-Ukde-</strong><br /><br /><em>“Koca bir tarihe tanıklık etmiş, tozlu ama bir o kadar da mağrur edasıyla önümde dikilen raflardaki onlarca eski kitaptan birini daha seçip okumak üzere yönelmiştim yine kanepeye…”</em><br /><br />Hep bu tarz tümcelerle başlayabileceğim yazılar yazmanın hayalini kurmuşumdur. Temizlik hastası bir anneye sahip olmanın en kötü yanı bu olsa gerek: Ayrı eve çıkana kadar raflar asla ‘tozlu’ olmaz. Tozsuz mozsuzlar ama, odamdaki rafları seviyorum yine de. Onlara baktım bugün belli bir süre. Bir sürü kitap var. Dili yok. Canı yok. Lakin hissedebiliyorum. “Ulan artık oku beni be!” demek ister gibi bakıyor her biri bana, sessizce. Ne zamandır duruyorlar orada. Arada sırada şanslı birini seçip okuyorum. Hepsi can atıyor seçilip okunmak için, sezebiliyorum. Ortam değişikliğini kitaplar da gereksinebiliyorlar demek ki.<br /> <br />Şu an onların sıkıntısını düşünebilecek halde değilim ne yazık ki. Bir boşluktayım ve rüzgar nereye eserse oraya doğru savruluyorum. Oysa Montaigne değil miydi “Gideceği limanı bilmeyene, hiçbir rüzgardan hayır gelmez” diyen? Aklımı kurcalayan şeyler birbirinden o kadar bağımsız ve zıt kavramlar ki, bu durum zihnimi belli bir meseleye odaklamamı engelliyor. Ergenlik bunalımlarını çoktan aşmış olmam gerekirdi halbuki.<br /><br /><strong>-Muhasebe-</strong><br /><br />Her şeyi erteleyip bunun adına da ‘hayat felsefesi’ diyorsanız, ‘vicdanî otuzbir’ çekiyorsunuz, benden söylemesi. Bu geyikle kandırmayın kendinizi. Yaptığı hatalardan ders çıkarmak yerine, onlara kılıf üreterek ömür tüketen o kadar çok insan var ki şu dünyada… İçindeki ‘aslî unsur’u yitirmemekte bitiyor her şey. Bunun için arada sırada aynadakiyle bakışıp sohbet etmek çok iyi bir fikir olabilir. Yorucu bir günün ardından banyoya kapanıp kendiyle baş başa kaldığı zaman dürüst olabilir insan. Bunun dışında günlük yaşamın onca gereksizliği arasında envai çeşit samimiyetsiz tavır, ve karakterlerin köküne işlenmiş, ‘olağan’ addedilen pislikler var. Aynanın karşısında, kendini izleyip o gün yaptıklarını muhasebe etmek… Cesaret işi.<br /><br />***<br /><br />Varlığının herhangi bir anlamı olup olmadığını, varsa onun ne olduğunu düşünmekten ziyade, başkaları için ne anlam ifade ettiğini, onlar için ‘ne’ olduğunu mu düşünmeli insan, mütemadiyen? Karışık.<br /><br />Bir veya birkaç insan etrafında döndüğüne kanılan bok püsür bir dünya. Meşgalesizsen eğer, mahkum olduğun hayat buna benzer. Age of Empires’ta vardı ya hani, keşfe çıkınca genişleyip aydınlanan haritalar. İşte, sanal bir örnek arıyorsan al sana. Dünya bu kadar dar değil, yalnızca keşfedilmeyi bekliyor. “Colomb, Vespucci, Macellan etmiş edeceği kadar. Ehe ehe…” mealinde espriler gelmesin aklına, ağzına biber sürerim zira.<br /><br /><strong>-Artık-</strong><br /><br />Raflarımdaki kitaplarla konuşup onları dinlemeye karar verdim. İtilmişlik, dışlanmışlık anlarımda bana her daim kucak açanlar onlardı. Onlara anlatıp derdimi, en azından rahatlayabilirim. Egomu tatmin etmek için biçilmiş kaftanlar kitaplarım. Çözüm üretemeseler de, sıkılmadan, oflamadan saatlerce derdimi dinleyip beni rahatlatabilecek yegâne dostum onlar.<br /><br />“Çözüm üretemezler” mi demiştim? Yanılmışım. İçimde olduğuna inandığım cevheri açığa çıkartan dostlar nasıl üretmez ki çözüm? Dediğim gibi, her şey içindeki asli unsuru yitirmemekte bitiyor: Gerçekçilik.<br /><br />Kitapları dinlemeyi de bilmeli bazen. Sonucu pek de kötü olmuyor…Sinan Kazakhttp://www.blogger.com/profile/05794097316197830414noreply@blogger.com1