Nasıl bir giriş yapmalı, bilmiyorum. Son dönemde gün içinde yaşadığım herhangi bir şeyden artık bir rahatsızlık veya memnuniyet duyamıyorum. Monotonluk ve tepkisizliğe boyun eğmiş durumdayım anlayacağın. Yakın zamana kadar böyle değildi hâlbuki. Bir şeyler olur, küfredip rahatlar; başka bir şeyler olur, sevinmeye bahane ederdim. Monitörle öküz ve tren arasındaki o malum, seviyeli ilişkiyi yaşarken buluyorum kendimi bazen, nerede koptuğumu anımsayamadan. ‘Şeyleşme’ mi demişti birileri? Bilmem, belki de buydu yaşadığım.
Kışı tamamen geride bıraktığımız şu günlerde, hiç gün ışığı göremeden geçirdiğim kasvetli günleri atlatmanın bile sevincini değil, ‘hissizliğini’ yaşamaktayım. Oysa şu an sevinebilmek için en büyük malzeme bu, elimdeki. Akşamüstü dört buçukta havanın karardığı kış mevsiminde öğlen ikide uyanıp da ancak bir saat sonra kendime gelebildiğim, akabinde bir-iki saat içinde havanın karardığı günler pek uzağımda değil. Boş günlerimin birçoğunda da hâlen öyleyim aslında, ama aklımı kurtaran can simidi günlerin uzaması oldu galiba.
***
Rezil bir ders programım var bu dönem, sevgili okur. Şöyle ki; normal şartlarda dört ya da beş güne bölünmesi beklenen derslerin tümünün pazartesi, salı ve çarşambaya sıkıştırılarak, alınabilecek verimin asgariye indirildiği bir dönemin ortasında, kapana kısılmış vaziyetteyim. Üç gün üst üste sabah 9 ile öğlen 4 arası neredeyse kesintisiz bir ders mesaisi… Sorun bu da değil aslında. O üç günü atlattıktan sonra düzensizliğin dibine vurulan dört günlük sürece girip, akabinde gelen haftanın ilk gününe pek de zinde girememekten mustaribim daha çok. İlk vizelerde şu ana dek aldığım tutarlı notları da (65, 40, 10, 10) en çok buna bağlamaktayım. Bir de, önemsiz bir ayrıntı da olsa, sınavlara çalışmamaya. Neden önemsiz ayrıntı olduğunu şöyle açıklayayım: Bugüne kadar -ÖSS’yi ayrı tutuyorum- zaten hiçbir sınava iki gün öncesinden çalışmamışımdır. Hep son gün çalışırım, ona da çalışmak denirse. Hatta bu dönem itibariyle bu alışkanlığımın da aşınmaya başladığını gözlemlemekteyim. Ders notlarına yalnızca yolda bakarak girdiğim sınavlar biliyorum. Peki, sınavlara çalışmamak, alınan kötü notlar övünülecek şeyler mi? Tabii ki hayır, kesinlikle değil. Yaşamımın hiçbir döneminde de sınavlara çalışmamakla övünmemişimdir. Bu durum benim için değiştiremediğim bir gerçeklikten ibaret yalnızca. Mantığını içselleştiremediğim bir şeyi, yapmadığım takdirde kötü sonuçlar doğuracağını kesinkes bilsem bile, asla yapamıyorum. Derste adı geçen kavramların, konuların önemsiz olup olmadığını otomatik olarak süzen, tanımlayamadığım bir mekanizmam var sanırım sevgili okur. Mekanizma yoksa bile kesin bir ‘güç’ var...
Merkez kampusa dikilmeye başlanan reklam panolarını, darp etmek suretiyle ağzını burnunu kırma ön hedefiyle bir yeraltı örgütü kurmak için dostlarımın nabzını yoklayıp lobi yürüttüm, ama ne yazık ki bir sonuç alamadım. Sahi, o panolar ne ara dikildi oraya? Yoksa hep vardı da şimdilerde mi farkına varıyorum? Bana bu denli batmalarının sebebi ne? Algıda seçiciliğimin bu panoları hedef tahtasına oturtmasının sebebi ne olabilir? Farkına varalım ya da varmayalım, diyalektiğin gözünü seveyim, sürekli değişmekteyiz. Kör birer oyun hamuru gibiyiz, oraya buraya çarpa çarpa şekilleniyoruz. Elimizde çevreyi yoklamaya yarar bir değnek varsa, bu değişim süreci planlanabiliyor aslında. Filmin senaryosunu yazmak elimizde yani, lakin önemli ayrıntı o ‘değneğe’ sahip olmak galiba...
***
Dizi izleyemiyorum sevgili okur. Keza öykü kitabı da okuyamıyorum. Son birkaç ayda beliren bir hastalık bu. Film ve roman, tüketilmeye daha müsait geliyor. Bunun mantıklı bir açıklaması vardır diye umuyorum. Kısa süren, çabuk tüketilen şeylerin kalitesi yok mudur? Tabii ki vardır, ama az önce söyledim ya, garip bir mekanizma var benden içeri, her şeye benim adıma o karar veriyor. Ben sadece uyguluyorum. Nedenini bilmiyorum, yalnızca içimden gelen telkine uyuyorum. Death Note, Avatar: The Last Airbender, House MD vs. şu anda aklıma gelmeyen, izlenmesi önerilen birçok dizinin yanı sıra Sait Faik, Tezer Özlü, Adalet Ağaoğlu gibi nadide yazarların öykü kitapları kenarda dururken, ben nasıl bir mantığa dayanarak bunlara yanaşmaktan korkuyorum ki? Sorun tam burada galiba. Mesele mantıkla ilgisiz. Mantık - doğruluk gibi iki kavram arasındaki ilişkiye burada girmek istemem, lakin kısaca belirtmeliyim ki, mantıklı olanla doğru olan özdeş değildir her zaman. Hatta çoğunlukla değildir. Öyle olsaydı çok daha iyi bir dünyada yaşıyor olurduk. Zira sürdürülen ilişkilerin, yapılan eylemlerin birçoğu mantığa dayandırılarak yürütülüyor. İçinde bulunduğumuz durum ise bu. Evet bu.
Arada sırada sürecek bir serinin başlangıcı olabilir bu satırlar. On saniye önce düşündüm bunu. Olmayabilir de elbet.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder