25.11.09

Çağdaş Kentin Homojen İnsanları

İzmir’de vakti zamanında ikamet ettiğimiz mahallede yaşayan birisini anımsıyorum: Bir kadın. Hakkımızda bildiği tek şey, mahalleye yeni taşınmamız ve Karslı olmamızdı. Ne var ki, edindiği bu malumat bile onun mahallede "Bunlar Kürt, PKK'li bunlar!" gibi işkembeden sallama egzersizleri yaparak, ardımızdan fütursuzca lobi faaliyetleri yürütmesine yetiyordu. O günlerde bu durumu aralarında konuşan annemle anneannemin diyaloglarına kulak misafiri olan küçük bir çocuk olarak düşünürdüm: "Acaba sahiden Kürt olsaydık ne olacaktı?" Korkardım. Herhangi bir ortamda memleket muhabbeti geçtiği zaman nereli olduğumun yanında 'Kürt olmadığımı' belirten bir açıklama ekleme gereği duyardım.

Hayatımın içindeki insanların büyük bir bölümüyle İzmir'de tanıştım ve dünyayı İzmir’de tanımaya başladım. O zamanlarda, yaşarken düşünemediğim fakat şimdi aklıma geldikçe yeniden muhasebe ederek tahlil ettiğim nice olaylar geliyor gözümün önüne. İlköğretimde, toplumun o görünmez baskısından ötürü kendi kendini asimile edip kimliğini bastıran; lisede, prestij ve itibar sağlamak amacıyla Ülkü Ocakları'na katılıp onların değerlerini onlardan çok benimseyerek 'kraldan çok kralcılık' yapma yanılgısına düşen Kürt arkadaşlarım vardı. Aslında tüm bunları, İzmir'e özgü karakteristik bir özellik olan, 'kendisine dahil olanları içinde eritme, kendine benzetme' gibi orijinal bir sosyolojik olguya bağlıyorum. Kalıplaşmış bir duruşunuz yoksa, kent halkının içinde kaybolup 'ortalama bir İzmirli' olursunuz. Bunu size yaptıransa dışlanma korkusuna bağlı olarak girdiğiniz sürü psikolojisidir.

İzmir'in varoşlarında, örneğin Kadifekale gibi semtlerinde yaşayan Güneydoğu kökenli insanların büyük bir kesimi ise, şehrin o 'büyülü toplumsal baskı'sından kendilerini soyutlayarak onunla mücadeleye girmiş; kentin belli semtlerinde bir bütünlük oluşturarak kendilerine özgü bir tutumla direnmektedirler. Toplumdaki kentsoylu, aristokrat kesimler tarafından ikinci sınıf insan muamelesine uğramalarının büyük etkisiyle de toplumdan kopuk yaşayıp illegal işlerle iştigal eden bir güruh olmaya mahkum edilmişlerdir.

İşte, 22 Kasım 2009 günü, on yıllardır bu kıskacın içinde sıkıştırılmış, ve 'pis işler'e yönelmeye zorlanmış, "Ya sev ya terk et" baskısına maruz kalmış bu kesim, dışlandığı toplumdaki insanlarla eşit sosyal ve kültürel haklara sahip olmaya erişme sevincini yaşamaya müstahak görülmedi. Konvoyu oluşturan siyasi parti araçları tahrip edildi, kucağında küçücük çocuğunu taşıyan bir ananın da bulunduğu arabanın camı sopalarla kırıldı... Ve tüm bunları 'demokrat', 'çağdaş', 'ilerici' olarak addedilen; ve fakat uyguladığı çağdaşlık, kız evlatlara verilen serbestlik, kadınlara verilen evde söz sahibi olma gibi sığ şeylerle sınırlı kalan (bunlar asla tek başlarına uygarlık demek değildir, yalnızca tamamlayıcı öğelerdir) İzmir halkı gerçekleştirdi. Bu korkunç eylem aslında yalnızca "Ya rütbeni bilerek yaşarsın ya da sonuçlarına katlanırsın" gibi faşist eğilimler taşıyan bir bilinçaltının kaba kuvvette vücut bularak tezahür etmesidir.

İnsan, bilmediği şeylerden korkar. Oradakiler de, üzücüdür ki, bilmiyorlar bazı şeyleri. İzmir halkının çoğunun zihnine işlemiş olan "Türkiye'yi yalnız İzmir'den ibaret sanma" gibi korkunç bir yanılgı veya bir ön kabul var. Çocukluktan gençliğe geçiş dönemimi orada geçirmiş biri olarak bunu ne yazık ki ben de yaşadım. Ne zaman ki üniversite için İstanbul'a geldim; o zaman anladım ki, Türkiye İzmir'den ibaret değil. Bambaşka bir dünya var İzmir'den gayrı. Şehrin genelinde egemen olan bir baskı var; kendine benzemeyeni, farklı olanı öğüten, eriten bir baskı bu. Yetişkinler çok iyi bilir bunu. Bu bakımdan özellikle şehrin gençlerini çok da suçlayamıyorum bu konuda. Asıl suçlanması gereken; gencecik zihinleri manipüle ederek onlara şiddeti kutsayan fikirleri aşılayıp sistem bekçisi olarak yetiştiren militarist burjuva düzenidir.

Bir açılımdan söz ediliyor son birkaç aydır. Toplumsal anlamda hiçbir altyapısı oluşturulmadan başlanan bir açılım... Siyasi iktidarın tabanının önemli bir bölümü tarafından bile soğuk karşılanan bir açılım... 25 yılı aşkın bir süredir silahtan başka, bir alternatif çözüm üretilmeye gerek görülmemiş; oysaki Türkiye Cumhuriyeti tarihindeki en önemli sorun... Kan ve şiddeti kirli politikalarına malzeme edinmişler tarafından uzun müddet boyunca kaşınmış bir sorun bu. Televizyon, gazete ve internet vasıtasıyla muhtelif manipülasyonlara maruz kalan bir toplumsal yığının parçaları olarak sağduyu sahibi olmamızı gerektiren zamanlarda yaşıyoruz. Hassas olmalı, olayları ince eleyip sık dokumalıyız.


BirGün gazetesinde 3 Aralık 2009 tarihinde yayınlanmıştır.

5 yorum:

aa dedi ki...

-"Türkiye'yi yalnız İzmir'den ibaret sanma" tespitinize katılıyorum aynı şey İstanbulda ve özellikle medyada fazlasıyla var.

aa dedi ki...

-"İzmir'e özgü karakteristik bir özellik olan, 'kendisine dahil olanları içinde eritme, kendine benzetme' gibi orijinal bir sosyolojik olgu"
Bunun sadece İzmir'e özgü olduğunu düşünmüyorum.

aa dedi ki...

-"kız evlatlara verilen serbestlik, kadınlara verilen evde söz sahibi olma gibi sığ şeyler"
Bunun sığ bir şey olmadığını hatta Türkiye gibi ülkelerde baya zor bir iş olduğunu düşünüyorum.

aa dedi ki...

-Konvoya saldırı olayı da herkes için çok utanç verici ve üzücüdür. Benzerleri, İstanbul dahil diğer şehirlerde de oluyor ne yazik ki.

aa dedi ki...

Sonuç olarak, ülkemizin doğu ve güneydoğusu hariç her şehrinde yaşanan ve yaşanabilecek olanlar için İzmir'i kurban seçmişsiniz.
Ben İzmirli değilim, İzmirde hiç yaşamadım. Her şehirde, her ülkede iyi-kötü, doğru-yanlış, demokrat-faşist, dinci-laik insanlar azınlıkla veya çoğunlukla vardır. Yanlışlardan dolayı, ülkeleri ve şehirleri değil yanlışı yapan insanları eleştirmek gerektiği düşüncesindeyim.

Kötü bir yazı değil ama hbba da bu yazıyı neden bu kadar üst sıralara (2.sıra) taşıdı anlamadım.