4.7.09

Kafamdaki Fısıltılar

-Ukde-

“Koca bir tarihe tanıklık etmiş, tozlu ama bir o kadar da mağrur edasıyla önümde dikilen raflardaki onlarca eski kitaptan birini daha seçip okumak üzere yönelmiştim yine kanepeye…”

Hep bu tarz tümcelerle başlayabileceğim yazılar yazmanın hayalini kurmuşumdur. Temizlik hastası bir anneye sahip olmanın en kötü yanı bu olsa gerek: Ayrı eve çıkana kadar raflar asla ‘tozlu’ olmaz. Tozsuz mozsuzlar ama, odamdaki rafları seviyorum yine de. Onlara baktım bugün belli bir süre. Bir sürü kitap var. Dili yok. Canı yok. Lakin hissedebiliyorum. “Ulan artık oku beni be!” demek ister gibi bakıyor her biri bana, sessizce. Ne zamandır duruyorlar orada. Arada sırada şanslı birini seçip okuyorum. Hepsi can atıyor seçilip okunmak için, sezebiliyorum. Ortam değişikliğini kitaplar da gereksinebiliyorlar demek ki.

Şu an onların sıkıntısını düşünebilecek halde değilim ne yazık ki. Bir boşluktayım ve rüzgar nereye eserse oraya doğru savruluyorum. Oysa Montaigne değil miydi “Gideceği limanı bilmeyene, hiçbir rüzgardan hayır gelmez” diyen? Aklımı kurcalayan şeyler birbirinden o kadar bağımsız ve zıt kavramlar ki, bu durum zihnimi belli bir meseleye odaklamamı engelliyor. Ergenlik bunalımlarını çoktan aşmış olmam gerekirdi halbuki.

-Muhasebe-

Her şeyi erteleyip bunun adına da ‘hayat felsefesi’ diyorsanız, ‘vicdanî otuzbir’ çekiyorsunuz, benden söylemesi. Bu geyikle kandırmayın kendinizi. Yaptığı hatalardan ders çıkarmak yerine, onlara kılıf üreterek ömür tüketen o kadar çok insan var ki şu dünyada… İçindeki ‘aslî unsur’u yitirmemekte bitiyor her şey. Bunun için arada sırada aynadakiyle bakışıp sohbet etmek çok iyi bir fikir olabilir. Yorucu bir günün ardından banyoya kapanıp kendiyle baş başa kaldığı zaman dürüst olabilir insan. Bunun dışında günlük yaşamın onca gereksizliği arasında envai çeşit samimiyetsiz tavır, ve karakterlerin köküne işlenmiş, ‘olağan’ addedilen pislikler var. Aynanın karşısında, kendini izleyip o gün yaptıklarını muhasebe etmek… Cesaret işi.

***

Varlığının herhangi bir anlamı olup olmadığını, varsa onun ne olduğunu düşünmekten ziyade, başkaları için ne anlam ifade ettiğini, onlar için ‘ne’ olduğunu mu düşünmeli insan, mütemadiyen? Karışık.

Bir veya birkaç insan etrafında döndüğüne kanılan bok püsür bir dünya. Meşgalesizsen eğer, mahkum olduğun hayat buna benzer. Age of Empires’ta vardı ya hani, keşfe çıkınca genişleyip aydınlanan haritalar. İşte, sanal bir örnek arıyorsan al sana. Dünya bu kadar dar değil, yalnızca keşfedilmeyi bekliyor. “Colomb, Vespucci, Macellan etmiş edeceği kadar. Ehe ehe…” mealinde espriler gelmesin aklına, ağzına biber sürerim zira.

-Artık-

Raflarımdaki kitaplarla konuşup onları dinlemeye karar verdim. İtilmişlik, dışlanmışlık anlarımda bana her daim kucak açanlar onlardı. Onlara anlatıp derdimi, en azından rahatlayabilirim. Egomu tatmin etmek için biçilmiş kaftanlar kitaplarım. Çözüm üretemeseler de, sıkılmadan, oflamadan saatlerce derdimi dinleyip beni rahatlatabilecek yegâne dostum onlar.

“Çözüm üretemezler” mi demiştim? Yanılmışım. İçimde olduğuna inandığım cevheri açığa çıkartan dostlar nasıl üretmez ki çözüm? Dediğim gibi, her şey içindeki asli unsuru yitirmemekte bitiyor: Gerçekçilik.

Kitapları dinlemeyi de bilmeli bazen. Sonucu pek de kötü olmuyor…

1 yorum:

Pınar dedi ki...

İstanbul'daki sel felaketi sonrası kütüphaneme su basmış. Tüm kitaplar ıslanmış, onu da bırak böcek dolmuş içlerine. Biraz ayrımcılık yapıp bazı kitapları başka bir yere koymuştum, onlarda hiçbir şey yok en azından. Annem bunları atalım diyor, ama atmak istemiyor. Güzeldir kitaplar.

Ayrıca muhasebe yapalım derken hani bunun aktifi pasifi. Biraz derleyip toplaması gerek insanın kendini.

Age of'da marco polo deyip her şeyi çözebiliriz sanırım. Keşke hayat da bu kadar kolay olsa.
İyi bir yazı.