İktidarını sürekli kılma tutkusu, geçmişten günümüze her muktedirin değişmez önceliği olmuştur. Ve her gaddar yönetici bunun en kolay yolunun yaşamını haksızlıkla mücadele etmeye, kraldaki çıplaklığı teşhir etmeye adayan insanları ya da bir şekilde topluca direnen kitleleri sindirmekten geçtiğini bilir. Bu olgu herhalde asırlardan bu yana bu memleket üzerinden gelip geçmiş tüm uygarlıkların özetini çıkarmak ve bugüne ışık tutmak için yeterlidir. Demokrasi kavramı, bu topraklar üzerinde kullanılmaya başladığından beri iktidarların eylemlerine meşruiyet kılıfı edilmenin ötesine geçememiş ve ne yazık ki yakın bir gelecekte de geçebilecek gibi görünmemektedir. Emperyalist paylaşım savaşlarıyla halkların arasına çizilen gayrımeşru sınırları dahilindeki her noktada varlığını hissettirmek isteyen otoriter devlet gözetiminde/emrinde, tıpkı Osmanlı'daki gibi, toplumsal gerçekliğin üzerinden silindir gibi geçilmeye, gerek toplu katliamlar, gerek nokta infazlar yapılmaya devam edegelmektedir.
Özünde faşizan bir kolektif zihniyetin ürünü olan tüm bu kıyımlar arasında, beş yıla yakındır devam eden dava süreciyle birlikte ele alındığında, en trajik olanlardan biri de Hrant Dink suikastıdır.
Muhakkak ki Hrant Dink olayı salt suikast ve geçen beş yılın ardından sonlanan dava süreciyle sınırlı bir alanda değerlendirildiğinde sosyal medya ve kamuoyunda “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı üzerinden dönen sığ politik argümanlar eşliğinde tartışılmanın ötesinde oldukça mühim bir meseledir. Bunun için Hrant Dink'in ve onun gibi bu ülkede demokrasi mücadelesi verirken yaşamını yitiren diğer aydınların asıl meseleleri üzerinde durmak gerektiği kanısındayım. Ama Hrant özelinde önce Cumhuriyet'in makbul kabul edilen Türk-sünni-laik insan modelinin AKP'yle evrilebileceği maksimum noktayı görmek adına bir örnekle başlayalım. Cumhuriyetin ulus devlet projesinin ürünü olan asimilasyon politikasına ve Türklük dışındaki kimlikleri inkar eden resmi ideolojiye başlarda karşı olduğunu iddia ederek bir kısım demokrat ve liberallerin desteğini alan AKP'nin kurucularından Abdullah Gül'ün, geçtiğimiz dönem Canan Arıtman isimli milletvekili tarafından ırkçı bir maksatla annesinin Ermeni olduğu iddiası ortaya atıldığında sanki hakarete maruz kalmışçasına (Ne yazık ki söz konusu milletvekili gibi onlara oy veren halkın büyük kısmının lügatındaki mevcut konumuyla 'Ermeni olmak' bir hakaret, Tayyip'in dediği gibi başına 'afedersiniz' sıfatı eklenmesi gereken küfür.) hem de kağıt üstünde yazdığı şekliyle 'demokratik laik bir hukuk devleti'nin cumhurbaşkanlığı makamında otururken derhal 'Hem Müslüman hem Türk' olduğuna dair ayrıntılı bir açıklama yapma, hatta manevi tazminat davası açma gereği duyması, ülkenin içinde bulunduğu durumun vahametini sergilemesi açısından açık bir önek olarak belleğimizdeki yerini koruyadursun, Abdullah Gül geçtiğimiz günlerde Sabah'ta Hrant Dink davasıyla ilgili yayınlanan demecindeki “(...)Türkiye hukukun karşısında herkesin eşit olduğu, yabancı şirketlere karşı da yabancı uyruklu insanlara da hep eşit davranmış bir ülke.” cümlesiyle daha önceki tavrının bir anlık gafletten kaynaklanmadığını gösterdi.(1) Devlet zihniyetinin takındığı bu lütufkâr tavır, AKP mamulü 'ileri demokrasi'den medet uman arsız liberal-muhafazakar ittifakıyla kör cehaletin ibretlik kesişim noktasını bir kez daha gözler önüne sermiş oldu. Bu, tam da yeni anayasa tartışmalarının sürdüğü bu ülkenin halihazırda makbul kabul edilen Türk-Müslüman kimliğinin dışında olduğu için Cumhurbaşkanı'nın 'yabancı uyruklu' olduğunu ima ettiği Hrant Dink özelinde tüm gayrimüslim TC vatandaşlarının, şu sıralar AKP elinde revize edilen 'yeni resmi ideoloji'nin efendileri tarafından da makbul ve eşit bulunmadığının açık delilidir. (Buna ek olarak, Cumhurbaşkanlığı için Abdullah Gül'den evvel adı geçen eski Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül'ün “Bugün eğer Ege’de Rumlar devam etseydi ve Türkiye’nin pek çok yerinde Ermeniler devam etseydi, bugün acaba aynı milli devlet olabilir miydi?”(2) cümleleri de hatırlanmalı.) Tıpkı ataları İstanbul'a Osmanlı'yla gelmiş herkesten daha fazla İstanbullu olan Lefter Küçükandonyadis'in ölümünün ardından 'Türkiye'yi hep çok sevdiğine' dair cümleler sarf edilmesi, özellikle bu söylem üzerine vurgu yapılması, bu düzen ve onun yasalarının, ideolojik aygıtlarının insanların beyin kıvrımlarını getirdiği son noktanın sefaletini ortaya koymaktadır. Bu demek oluyor ki Ermeni ya da Rum olduğunuzu belli eden isimleriniz varsa 'hoşgörümüze muhtaç yabancılar'sınız.
70'lerde TKP/ML deneyimi yaşamış, sosyalist gelenekten gelen Hrant Dink'in -ki o dönemde tutuklanması halinde kendisinden yola çıkılıp halkına yönelik toptan bir yaflama riskinden çekindiği için ismini Fırat diye değiştirmiştir- 90'lı yıllarda Ermeni ve Türk halkları arasında empatiye dayalı bir köprü inşa etme çabası işte bu söz konusu sosyal şartlara dayanır. Ve yarattığı candan dilin, tutturduğu ezberbozan frekansın önemini, iki kesimin milliyetçilerinin de onu sevmemesinden, tehdit etmesinden anlamak mümkündür. Ona sorsanız 1915'in soykırım olduğunu düşünüyordu ama bunu asla suçlayıcı ve düşmanca bir tavır takınarak dillendirmenin ve Ermeni diasporasının yaptığı gibi emperyalist batı devletlerinin meclislerindeki lanet yasalarla tescillenmesinin yanında olmadı; hatta Fransa'da gündeme gelen Ermeni soykırımını inkarı suç haline getiren yasa tasarısına karşı çıkarak gerekirse oraya gidip inadına “Soykırım yoktur!” diye bağıracağını dile getirecek kadar, acısının rant malzemesi edilmesine karşı duran, onu kendine saklayan ve tek başına taşımaya razı kocamana yüreğe sahip asi bir ifade özgürlüğü savunucusuydu. O bugün her ne kadar liberalmişçesine anılsa da, tüm zorluklara karşın ülkesini bırakıp yurt dışına gitmeye asla yanaşmayarak, her sosyalistin içinde taşıdığı 'ülke' olgusuna sahip çıktı: “...'Kaynayan cehennemler'i bırakıp, 'hazır cennetler'e kaçmak her şeyden önce benim yapıma uygun değildi. Biz yaşadığı cehennemi cennete çevirmeye talip insanlardandık. Türkiye'de kalıp yaşamak, hem bizim gerçek arzumuz, hem de Türkiye'de demokrasi mücadelesi veren, bize destek çıkan, binlerce tanıdık tanımadık dostumuza olan saygımızın gereğiydi. Kalacaktık ve direnecektik.”(3) dedi ve 19 Ocak 2007'de bu 'nefret edilecek ülke'deki(4) acı kaderine razı oldu. Hrant Dink, Nedim Şener'in tabiriyle 'tek kişilik bir soykırım'ın kurbanı oldu, yaşamı elinden alındı. Ne ki, bu Hrant'ın ne ilk ne son öldürülüşüydü. Öldürülmesine kadar uzanan süreçte, bir yazısının içerisinden cımbızla çekilen ve asgari düzeyde Türkçe bilen herkesin anlayabileceği cümleler üzerinden ülkesindeki faşizan yasalarca yargılandı, yargılanma esnasında şovenist provakasyonlara maruz bırakıldı. Kendini defalarca kez açıklamasına rağmen (ki bu durumdayken dahi bizim yerimize yine o utandı) en sonunda 'Türklüğe hakaret'ten hüküm giydi. “Ben Türk'le yaşamayı şans sayan bir insanım”(5) diyen Hrant Dink belki de ilk olarak bu kararla öldürülmüştü.
Dava dava sürecinde de türlü kepazelikler yaşandı. Katiller emniyet güçlerince kollandı, kahraman ilan edildi, bayraklı fotoğrafları çekildi. Azmettiricilerin, planlayıcıların milliyetçi-muhafazakar parti liderleriyle aynı karede olduğu fotoğraflar ortaya çıktı. Suikast, süreç içerisinde, Ergenekon adıyla anılan halihazırda birbiriyle yan yana gelmesi olanaksız kişilerin aynı torbaya doldurularak üyesi olduğu iddia edilen ve dava seyri iyice rayından çıkan yapılanmaya yıkılmaya çalışıldı. Hrant Dink'i koruyamayan ve yaşam hakkına kast edilmesine engel olamayan devleti temsilen hükümet tarafından AİHM'e gönderilen savunma metninde Hrant Dink Nazi ideologlarıyla bir tutularak bir kez daha öldürüldü. Kamuoyu baskısıyla savunma geri çekildiyse bile vicdanlar asla tatmin olmadı.
Resmi kurumların elinde bu cinayetin bir yıldan uzun süredir planlandığına dair bilgiler olduğu herkesçe biliniyor olmasına rağmen, mahkeme beş yıllık dava neticesinde suikastın örgüt işi olduğuna dair delil olmadığına hükmetti. Bunu söyleyen mahkeme heyetinin bir sanık hakkında karar vermeyi unutması herhalde işine gösterdiği ciddiyeti ortaya koymaya yeterlidir.
Dava bittikten sonra savcının “Örgüt de var delil de.” demesiyle temyize gidilecek olmasına rağmen, bu karar cinayetin aydınlatılmasını isteyen kitlenin, katledilişinin 5. yılında daha da çoğalarak Hrant Dink için sokağa inmesine ve daha öfkeli haykırmasına engel olmadı. On binler 'Hrant için, adalet için' yürüdü. Ama yine atılan “Hepimiz Ermeniyiz” sloganı sosyal medyada sığ tartışma malzemesi olmaktan kurtulamadı. Düzenin seri imalatını yaptığı lümpen kesimin kustuğu nefreti bir yana bırakırsak, Hrant Dink'in ve ailesinin haksızlığa uğradığını düşünse dahi bu sloganı kabullenmeyen bazı 'ılımlı' kesimler mevcut. Bunun dışında bazı sosyalist kesimler de solun ırk temelli değil, sınıf temelli söylemler üretmesi gerektiğini söyleyerek, kimlik temelli söylemlerin küçük burjuva siyasetinin alanına girdiği iddiasıyla bu söyleme karşı çıkıyor. Çok makul ve tutarlı bir şekilde, yalnızca Türkiyeli bir Ermeni olduğunu dillendirdiği için, yani etnik kimliğinden ötürü haksızlığa uğramış, öldürülmüş bir insanı savunmak adına 'Hepimiz Ermeniyiz'den daha sembolik nasıl bir slogan dillendirilebilirdi ki? Bunun dışında, cinayeti, neredeyse beş yıldır türlü operasyonlarla soruşturması ve davası süren ama sosyalistler tarafından yıllardır dile getirilen Kontrgerilla'dan bağımsız bir varlığı hala bir neticeye bağlanamamış olan Ergenekon'un işlettiğini iddia eden birtakım eski solcular mevcut. Kanıt yok ama diyelim ki bu doğru, peki AKP ve Cemaat'in kontrolünde Emniyet-İstihbarat işbirliğiyle delillerin karartılmaya çalışılmasına, önemli telefon kayıtlarının mahkemeye gönderilmesine direnenlere karşı herhangi bir yaptırım uygulanmamasına ne demeli? Fethullah'ın yeni devletine katil diyemeyecek kadar arsızlaşan, bir önceki genelkurmay başkanı dahi tutuklanmışken hala utanmadan sıkılmadan 'askeri vesayet' diye dolanıp sosyalistleri ulusalcılıkla/dabecilikle itham eden arsız liberalleri bir yana bırakın, Subcomandante Marcos'un, kendisi hakkında 'karalama' maksadıyla eşcinsel olduğu iddiasını atanların oyununa düşmeyerek verdiği efsanevi yanıtı da mı hiç duymadınız? (Herkes Abdullah Gül gibi farklı ırk ve cinsel yönelimleri küfür addederek çuvallamıyor elbette.)
Tıpkı Marcos gibi, San Francisco'da eşcinsel, İsrail'de Filistinli'ysek; Erivan'da Azeri, Agos'un önünde Ermeni olmaktan da gocunmayacağız. Bu tavrı 'entel' görünme çabasıyla açıklamaya kalkan, kafası ırk temelli çalışan süper zekalar daima var olacak elbette. Onlara aldırmadan 24 Ocak'ta Ankara'da da sessizce Uğur Mumcu olacağız. Toplumsal Bellek Platformu aracılığıyla aileleri bir araya gelen Musa Anter, Turan Dursun gibi bu toplumun ötekisi olmaya itilmiş herkes olacağız. Velhasıl üstünde yaşadığımız topraklarda verdiğimiz sınıf mücadelesinin yanı sıra, hangi kimliğin üzerinde baskı varsa ondan yana olacağız, olmalıyız.
Notlar:
- Özgür Mumcu'nun, Kemal Türkler davasının zaman aşımına uğratılarak düşürülmesinin ardından kaleme aldığı yazının başlığı. “Katillerine bunca sahip çıkan ülke, evet, nefret edilecek ülkedir.”